2-İTTİHAT ve TERAKKİ

Halen iş başındadır! Bazı kurumlar kolay yok olmaz, sadece isim değiştirir. Şimdilerde farklı bir maskeyle faaliyetine devam etmesinde şaşılacak bir taraf yoktur. Günün şartlarına uygun profesörleri, gazetecileri ile tam kadro görevdedirler. Ama güncel adını söylemeyeceğiz, söyleyemeyiz...

Almanya 1. Dünya Savaşını kaybedince "fırka" 1918'de kendini fesh etmiş görünse de, varlığını hep devam ettirdi. Hem de Mustafa Kemal Paşa Sivas kongresinde buna izin vermeyeceğini açıkça beyan etmesine rağmen:

"...Her türlü ihtirâsât-ı şahsiye ve siyasiyeden ve fırkacılık amalinden münezzeh bir azm-ü iman ile çalışacağıma, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ihyâsına çalışmayacağıma namusum ve bilcümle mukaddesatım namına vallah, billah.”

İttihat ve Terakki ağır darbe aldı, ama ölmedi. Sultan, düşmanlarını aynı taktikle vurmuştu; içlerine sızarak...

Mustafa Kemal Bey 1907'de 3. Ordu'nun Selanik şubesine atandı. Yani isyancıların merkezine! Daha birkaç yıl önce padişaha suikast girişiminde bulunduğu için idam tehlikesiyle karşılaşan -ama bir şekilde bütün cezaları hasar almadan atlatan- Mustafa Kemal Bey artık İttihat ve Terakki'nin en güvendiği subaylardan biriydi.

Acı bir gerçeği Türk halkına duyurmak zorundayız; Mustafa Kemal'in gerçekte kim olduğunu bugün sadece düşmanları biliyor. Sevenleri ise sahte Atatürkçülerin peşinde yolunu kaybetmiş durumdadır. İstihbarat dünyasının değişmez taktiğidir; Kaleyi fethetmek için en kolay yol her zaman içeriden vurmaktır. Dolaysıyla Atatürk'ün en büyük düşmanları bugün "Atatürkçü" rolü yapanlardır. İntikamlarını aynı metodla almaları makuldür, çünkü yıllar önce Gazi Mustafa Kemal kendilerini bu yöntemle tuş etmişti.

Halife'nin casusları...
Önce Mason locasına girmek zorundaydılar. Çünkü mason olmayanların İttihat ve Terakki'ye kabul edilmesi mümkün değildi. Teşkilat 1889'da 12 birader tarafından kurulmuştu. 12 sembolik bir sayıdır, nümerolojideki önemine temas etmeyeceğiz. Carbonari örgütünün "hücre" yapılanması esas alınarak organize olan bu cemiyet daha sonra siyasi bir parti adı altında görünse de, çekirdek kadro hep gizli kaldı. Sadakatini kanıtlamış adaylar uzun yıllar gözetlendikten sonra fırkaya alınırdı. II. Abdülhamid Han'ın  dindar olduğunu herkes bilirdi, dolaysıyla çevresindekiler de öyleydi. Bu yüzden Türk masonlar için "içki" bir ön koşul gibiydi. Dünya masonluğundan farklı olarak, sadece Türkiye'ye özgün bu durum bugün de aynen devam etmektedir. Geleneksel masonluktan çoktan kopmuş olan Büyük Doğu obedyansı tarafından kabul edilmenin ön şartı "alkol" testidir. Yeterli promili bulamayanlar locaya kabul edilmez. Az da olsa alkol alan biri "gerici" olmadığını kanıtlamış olur, modern ve ileri görüşlü olmakla onore edilip biraderliğe kabul edilir. İstisnaları pek azdır. Yanlış anlaşılmasın, bu uygulama masonluğun özünden kaynaklanan bir durum değildir, tamamen Osmanlıyı yıkmayı hedefleyen Fransa merkezli oluşumun icadıdır. Yoksa, dünya masonluğunda böyle arızalı bir anlayış olmadığı gibi, localarda namaz kılan pek çok birader vardır.

Sultan'ın adamları da elbette durumun farkındaydı. Bu zorlu görevi kabul ederken nelerle karşılaşacaklarını iyi biliyorlardı. Bu yüzden dinin ve milletin selameti, sadece dünyasını değil, gerektiğinde ahiretini de feda edecek fedakarlara bağlıydı.

Fransa merkezli, İngiltere güdümlü İttihat ve Terakki fırkası kısa süre sonra Almanya'nın kontrolüne girdi. Bu manevranın mimarı elbette Enver Bey idi. Mustafa Kemal yanlız değildi, plan içinde plan vardı... Sultan öncelikli olarak fırkanın yönetimini içeriden ele geçirip müttefiki Almanya tarafına çekmeyi hedeflemişti. Bunu başardı da... Ama Fransızların ellerinden kayıp giden biraderlerine göz yummayacağı kesindi. Yılların emeği cemiyet (veya cemaat) bir anda Almanya eksenine kayınca İngilizler devreye girdi.  Böylece Hürriyet ve İtilaf fırkası doğdu,

"Bu mülkün atisi ve hali (bugünü ve yarını) İngiliz dostluğu ile temin olunabilir. Denize düşerseniz yılana sarılın, kurtulursunuz; fakat Almanya’ya sarılmayın, boğulursunuz.” (Ali Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Dergâh Yay. İstanbul 1990, s.58)

Aslında İttihat ve Terakki aslına rücu etti demek daha doğru olur. Anlaşılacağı üzere, Enver Bey'in elinde kalanın sadece adı İttihat ve Terakki idi. Özü ise, Hürriyet ve İtilaf fırkası adı altında hayatına devam etti. İşbu sebeple, Mustafa Kemal Bey her zaman Enver Paşa'nın karşısında pozisyon aldı. Her ne kadar Almanlar güçlü olsa da, savaşı kaybetme ihtimaline karşı Sultan'ın B planı da hazırdı, ve bu en zor olanıydı...

Mustafa Kemal Bey 3. Ordu'daki göreviyle Selanik'te yerini sağlamlaştırınca İttihat ve Terakki içinde kısa zamanda yükseldi. O sırada Enver Bey de boş durmuyordu. Resneli Niyazi Bey'in isyanına destek verdi ve kısa sürede ikinci adam konumunu elde ederek Meşrutiyet'in ilanında  baş rol oynadı. Bir yıl sonra II. Abdülhamid'i devirmek için Selanik'ten yola çıkan Hareket ordusunun kurmay başkanı, yani yine "ikinci adam" Mustafa Kemal Bey idi.  İstanbul'a girmeden görevi Binbaşı Enver Bey'e devretti. Her ne kadar operasyon Mahmud Şevket Paşa'nın komutasında olsa da, kısa zamanda kontrol Enver Bey'e geçti. Tabii bu kolay olmadı, Enver Bey'e alternatif olabilecek herkes -bir sebeple- suikastlara maruz kaldı. Buna Mahmud Şevket Paşa da, Resneli Niyazi Bey de dahil...

Bâb-ı Âli baskınıyla rakiplerini sindiren Enver Bey iktidarı tamamen ele geçirip, İttihat ve Terakki fırkasını bir "Alman" ekolüne dünüştürünce İngiliz tarafı Hürriyet ve İtilaf partisiyle yoluna devam etti. Ama ortak nokta elbette 'mason biraderlik' idi.

Buradan hareketle, merak edenler bugün medyada sıkça görülen kavgaların gerçek sebebini de bulabilir tarihin derinliklerinde...

Her ne kadar fırkalar, cemiyetler isim değiştirse de faaliyetlerine devam ettiklerine kuşku yoktur. Ancak bu karmaşa içinde en fazla adı kirletilen elbette Gazi Mustafa Kemal'dir. İşin en acı tarafı da Atatürk'ün bedenini ortadan kaldıracak kadar O'na düşman olanların bugün en hızlı Atatürkçü rolü yapıyor olmasıdır.

Ama öncesinde durum farklıydı. O yıllarda ne İttihat ve Terakki, ne de onlardan kopan Hürriyet ve İtilaf fırkası Mustafa Kemal Bey'in saltanat düşmanı olduğundan şüphe duymuyordu. Çünkü senaryo çok iyi yazılmış, tiyatro mükemmel sahnelenmişti.

 
Ajan, ajanı tanır
1920’de İstanbul’a gelen Mustafa Sagir isimli Hintli bir Müslüman Millî Mücadeleye destek vermek üzere faaliyete başladı. Kısa sürede Karakol Cemiyetiyle temas kurdu ve İngiltere’ye karşı birkaç eyleme katıldı. Hatta İngilizler tarafından tutuklandı, 17 gün hapis yattı. Çıktığında artık herkesin gözünde kahramandı. Hatırlayın, Mustafa Kemal de hapis yatarak "padişah düşmanı" imajını güçlendirmişti. 

Karakol Cemiyeti Hintli Müslümanların desteğini almaktan memnundu. Kemalettin Sami Paşa bu değerli müttefiki Ankara’ya götürdü. Mustafa Sagir büyük ilgi gördü, Hintli Müslümanların Türkiye’ye desteğinin sembolü olmuştu. Sami Paşa’nın aracılığıyla Mustafa Kemal Paşa ile tanıştı.

Atatürk, Mustafa Sagir ile başbaşa görüştükten sonra Sami Paşa’ya “Kemal, bu adam casus” der. Kemalettin Sami Paşa “Paşam siz de çok şüphecisiniz” diyerek şaşkınlığını ifade eder. Ankara’da herkesin büyük bir sevgiyle karşıladığı Sagir’in İngiliz ajanı olduğuna inanmak istemez.

Ama Gazi Mustafa Kemal emindi, yaveri Hayati Bey’i çağırıp takip etmeleri emrini verdi. Mektupları da takibe alındı. Sagir posta adresi olarak Mehmet Akif’in Taceddin Dergâhı yanındaki evini kullanıyordu. Gelen zarfların birinde sadece boş kâğıtlar bulundu. Kimya hocası Avni Refik Bey bazı kimyasallar yardımıyla gizli mesajları ortaya çıkadı. Atatürk haklı çıktı, Sagir suçüstü yakalanıp idam edildi. 

İngilizlerin en büyük hatası Sultan II. Abdülhamid’in istihbarat örgütünü hafife almak olmuştur. Olayın ciddiyetini fark ettiklerinde ise iş işten geçmişti. Teşkilatın en seçkin subayı karşısında, küçük yaşlardan beri özel eğitimle yetiştirdikleri Mustafa Sagir bile çok amatör kaldı. Oysa Sagir herkesi aldatmayı başarmıştı. Karakol Cemiyetinin kurt subayları, Sami Paşa ve diğerlerini kolayca kandırdı. Çünkü onlar işi sadece savaşmak olan sıradan askerlerdi.

Ama Mustafa Kemal farklıydı. O'nun için casusları tanımak zor değildi. Kendisi de aynı eğitimlerden geçmiş, benzer yöntemler kullanmıştı. Gazeteci kılığında Libya'ya gitmiş, Şeyh Ahmed Sünusi'nin emrindeki 800 kişilik birliği eğiterek kısa zamanda 15.000 askerden oluşan bir ordu meydana getirmişti.

Ama 1917’ye gelindiğinde Osmanlı savaşı kaybetmek üzereydi. Artık geri sayım başlamıştı. Artık Sultan İstanbul’un işgalini ve saltanata son verilecek günü bekliyordu. Almanların durumu da parlak değildi. Son değerlendirmeleri yapmak üzere padişahı Almanya’ya davet ettiler. Sultan Mehmed Reşad hasta olduğu için seyahat edemezdi. Onun yerine bir yıl sonra tahta çıkacak olan veliaht Vahdettin seyahat hazırlıklarına başladı.

Almanya’nın son İmparatoru Kayzer II. Wilhelm daha önce üç defa İstanbul’u ziyaret etmiş olduğu için, hem iade-i ziyaret, hem de savaş sonrası planları görüşmek üzere yola çıkan Vahdettin’e kim eşlik etti dersiniz? 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder