16-LANETLİ ŞEBEKE

Davulu Fransa’nın boynunda tokmağı İngiliz’in elinde olan masonik çete, localar vasıtasıyla bir virüs gibi girdiği Türk’ün bünyesini 1. Dünya Savaşı sonrası tamamen ele geçirdi. Aralarına birkaç vatanseverin sızması bile genç Cumhuriyet adına büyük başarı idi.

Her ne kadar sadakatinden şüphe duymadıkları Damat Ferit Hükûmeti üzerinden gelen güçlü bir referansla Anadolu’ya geçiş izni vermiş olsalar da, İngilizler Mustafa Kemal’e hiçbir zaman güvenemedi. Bu yüzden de Atatürk sıkça duymak istedikleri sözleri sarf etti. Konuştuğu her kelime kayıt altına alınan, attığı her adım tarihe geçen bir devlet adamı, üstelik çok gizli bir misyonu varsa, tutarsız ve çelişkili bir insan profili çizme pahasına dengeleri korumak zorundadır.


Gazi Mustafa Kemal, Kasım 1922’de saltanat kaldırılırken dile getirdiği hilafete ilişkin görüşlerini, 1927’de CHP ikinci kurultayında okuduğu büyük nutkuna da dâhil etmiştir. Lozan sonrası hilafet ve Türk-İslam birliği aleyhine beyanları her ne kadar İtilaf Devletleri’nin hoşuna gidecek doğrultuda kaleme alınmış olsa da, İngiltere her zaman kuşkuyla yaklaştı.

“Hatta hiçbir sınır tanımayarak, dünyadaki bütün Türkleri bile bir devlet halinde birleştirmek, varılması imkânsız bir hedeftir. Bu, yüzyılların ve yüzyıllarca yaşamakta olan insanların çok acı, çok kanlı olaylarla meydana koyduğu bir gerçektir.” (Nutuk s.298)

Mustafa Kemal, yabancı basın mensuplarının da dikkatle not aldığı bu sözlerinin tarihi bir vesika teşkil ettiğinin farkındaydı. Emperyalist güçlerin, ataları gibi fetih hayalleri kuran bir Fatih’ten hoşlanmayacağını iyi biliyordu. Mustafa Kemal’in Türk birliği arzuladığı şüphe götürmez. Ancak, sömürgeci ülkeler için tehlike teşkil eden bu ideallerini orta yerde değil, farklı ortamlarda dile getiriyordu.

“Türk birliğinin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk Birliği’ne inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk Birliği ile açacaktır. Dünya sükûnunu bu fasıllar içinde bulacaktır.” (Atatürk’ün Sofrası, İsmet Bozdağ, Kervan Yayınları, 1975, s.138)

Çelişkili ifadeler, ya kişisel tutarsızlıktan kaynaklanır, ya da ortama uygun konuşma zaruretinden... Din, milliyetçilik, halifelik gibi hassas konularda birbirine zıt görünen beyanları çoğu zaman sevenlerini bile ihtilafa düşürmüştür. Hangisinin gerçek düşüncesi olduğu hususunda bugün bile yaşanan tartışmalar, Mustafa Kemal’in görevini büyük bir başarı ile yerine getirdiğini göstermektedir.

Atatürk 1935’te düğmeye bastı. Artık on küsur yıllık sessizlik sona ermişti. Almanya’dan beklediği işaret gelince mason localarını kapattı. Bu, açıktan savaş ilanı anlamına geliyordu.

Almanya eskisinden çok daha güçlü idi. Herkes yeni bir savaşın kapıda olduğunu biliyordu. Ama öncesinde içerdeki işbirlikçilerin ayıklanması gerekiyordu. Adolf Hitler iktidarı ele alır almaz ilk icraatlarından biri masonluğu yasaklamak olmuştu. Atatürk de Almanya’dan gelen tavsiye üzerine locaları kapattı. 

Ama bu keskin hamle kendisinin de sonu oldu. Sömürgecilerin hizmetindeki locaları kapatması kendi ölüm fermanını imzalamaktan farksızdı. Eski müttefiklerin tekrar bir araya gelmesi İngilizlerin asla kabul edemeyeceği bir durumdu. Bunu verilen sözlere, anlaşmalara ihanet olarak algıladılar.

Aslında oyunu bozan sadece Atatürk idi. Birkaç istisna dışında "şebeke" sadakatle hizmete devam ediyordu. Şimdi bir kere daha Lord'a bağlılıklarını kanıtlayıp Mustafa Kemal’i cezalandırmaları gerekiyordu. Bu kolay olmayacaktı. Her ne kadar etrafını kuşatmış olsalar da Gazi Mustafa Kemal’in arkasında artık Almanya vardı.

Eski defterler tekrar açıldı. Önce Boğazlar konusu masaya yatırıldı. Süreci başlatan ilk girişim, Dış İşleri Bakanlığı Genel Sekreteri Numan Rıfat Menemencioğlu’nun Lozan’da imzalanan Boğazlar sözleşmesinin yenilenmesi için Türkiye’nin harekete geçeceğine dair Alman Büyükelçisi August Friedrich Wilhelm Von Keller’i bilgilendirmesidir. 10 Nisan 1936’da Keller bu mesajı aynen Almanya Dış İşleri Bakanlığı’na iletti:
 
“Türkiye Boğazlar Sözleşmesi’ni imzalayan ülkelere yarın uzun bir nota göndererek değişen politik şartlar yüzünden garanti şartlarını içeren 18. maddenin hükümsüz ve etkisiz kaldığını ve uygulamada Türkiye’yi dış tehditler karşısında artık koruyamadığını ve bu nedenle Türk sınırlarının dokunulmazlığını ve ticari gemilerin geçiş serbestliğini garanti altına alacak yeni bir Boğazlar rejimi için sözleşmeyi imzalayan ülkelerle görüşmeye hazır olduğunu bildirecektir.”98
 
Türkiye Cumhuriyeti’nin atacağı bu önemli adımı önce müttefikine bildirmesi doğaldı. Çünkü Almanya yeni savaş hazırlığında İtalya ile ittifak kurmuştu. Türkiye ve İtalya arasında yaşanacak sorunları gidererek sözleşmenin Türkiye’nin lehine sonuçlanması için gereken desteği Almanya sağladı. Türkiye ve SSCB arasında yapılan gizli anlaşmalar nedeniyle Rus savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesinden endişe eden İngilizler Montreux sürecinden faydalanmayı umuyordu. Böylece Türkiye Cumhuriyeti ilk defa uluslararası bir başarı elde etti. Montreux Antlaşması gösterdi ki Türkiye yeni dış politikalarını artık Almanya ile birlikte belirleyecekti.

Bu Almanya o Almanya değil!
Her ne olduysa 2. Dünya Savaşının kaybedilmesiyle oldu. Artık eski Almanya yoktu. Berlin’in işgalinden birkaç ay sonra tarihin en büyük insanlık suçu işlendi. Japonya’da savaşla ilgisi olmayan sivil halk atom bombalarıyla katledildi. Savaş bittiği halde Alman şehirleri bombalanmaya devam edildi, yüz binlerce masum insan öldürüldü.

Almanya ikinci raundu da kaybetmişti. Artık düşmanların yazacağı tarihi, onların mahkemelerinin vereceği kararları kayıtsız şartsız kabul etmekten başka seçenek yoktu. Benzer durumu Sevr Anlaşması sonrası biz de yaşamıştık. Bugün itiraz ettiğimiz ‘Ermeni Soykırımı’ maddesini o zaman kabul etmiştik. Sözün özü savaşı kaybettiyseniz bütün haklarınızı da kaybettiniz demektir. İnsanlık tarihi boyunca değişmeyen tek bir hukuk sistemi olmuştur: Güçlünün hukuku!

Eğer güç sizde olursa, tarihi istediğiniz gibi tekrar yazarsınız, o zaman siz Meclisinizde ABD’nin Japonya soykırımı hakkında yasa tasarısı görüşürsünüz, Fransa’nın Cezayir katliamlarının hesabını sorar, İngilizlere insan hakları ve demokrasi dersi verirsiniz.

Savaş sonrası Berlin’de tek bir sağlam bina kalmayacak şekilde tahrip edilmiş olan Almanya dayatılan bütün koşulları kabul etmek zorunda kaldı. Bugün bizim canımızı yakan ‘Ermeni soykırımını inkâr edeni cezalandırma’ yasasının ilk versiyonu ‘Yahudi soykırımını inkâr edeni cezalandırma’ yasası olarak Almanya’da uygulandığında kimse itiraz edemedi. Alman halkı bu haksız yasayla susturulduğunda ‘ifade özgürlüğü, sınırsız gazeteciler, medya bağımsızlığı vs…’ savunucuları ortalarda yoktu. Güçlüler bir kez daha kendi haksız hukukunu kurdu, kanunları dayattı, aksini konuşanlar sindirildi.

Bugün bile Almanya’da Yahudi hakkında konuşmak bir tabudur. ‘Yahudi soykırımı olmamıştır’ dediğiniz anda kendinizi birkaç yıl hapiste bulursunuz. Halen AB cezaevlerinde bu suçtan yatan pek çok insan vardır. Hapisten daha beteri, küresel medya tarafından linç edilirsiniz. Artık ne iş bulabilirsiniz, ne de normal bir hayatınız olabilir. Bütün kapılar yüzünüze kapanır, en yakınlarınız bile cüzzamlı gibi sizden uzaklaşır.

Kendi ülkesinde düşüncelerine zincir vurulmuş, isnat edilen her suçu mecburen kabullenmiş bir Almanya elbette eski dostu Türkiye’de yazılacak yeni tarihe müdahale edemezdi. Ama zor günlerin dostları, aynı acıları paylaşanlar, kâğıt üzerinde geçmişi silseler de hatıraları hafızalarından silip atamadılar. 2. Dünya savaşı sonrası ABD ve İsrail diktasına giren Almanya artık eski Almanya olmaktan uzaktı. İlişkiler kopmuş, her iki ülke de dış politikasını yeni süper gücün talimatları doğrultusunda belirlemişti. Bu yeni politikada artık geleneksel Alman-Türk dostluğunun yeri yoktu.

Ancak, kader bir kez daha yakınlaşma fırsatı sundu. Dünyada sadece Almanya ve Japonya’nın başarabileceği bir mucize gerçekleşti. 1945’ten 1960’a kadar, 15 yıl gibi kısa bir sürede Almanya yeniden dünyanın en güçlü ekonomisini kurdu. Hızla kalkınan bu ülke insan kaynaklarını karşılamak için nereye yöneldi dersiniz? Acaba Amerika gibi Afrika’dan köle mi ithal edecekti, yoksa İngiltere’nin yaptığı gibi sömürgelerindeki işçileri köleden beter şartlarda mı çalıştıracaktı?

Almanya yine kendisine yakışanı yaptı. Vatandaşıyla aynı ücret ve sosyal olanaklar sağlayarak eski dostu Türkiye’ye kucak açtı. İlk Türk işçileri ayak basmadan aylar önce kiliselerde, okullarda Alman halkına konferanslar, vaazlar verildi, ülkeye gelecek bu insanlar Osmanlı’nın asil torunları olarak tanıtıldı. Alman halkı eski müttefikin evlatlarını bu heyecanla karşıladı.

Ne yazık ki Osmanlı torunları olduğumuzu söylemenin bile kınandığı o dönemde, köklerinden koparılmış insanımız Almanya’ya giderken tarihi dostluktan habersiz gitti. Hatta kendisini, geçmişi savaş ve çatışmalarla dolu Fransa, İngiltere gibi bir ülkeye gidiyor zannetti. Eğer gitmeden önce, şu birkaç sayfada özetlendiği kadar küçük bir bilgi verilmiş olsaydı, vatandaşlarımız orada Türkiye’yi temsil etme bilincinde çok daha farklı bir duruş sergilerdi. Fakat Türklerin bu gerçeği bilmesine asla izin vermeyecek olan bir çete iş başındaydı!

İlkokuldan beri zihinlere kazınmıştır; Almanlar bizi 1. Dünya Savaşına sokup mahvettiler, Liman Von Sanders Paşa’nın yanlış kararları sebebiyle Çanakkale’de ağır kayıplar verdik, Almanlar yüzünden koskoca imparatorluğu kaybettik. Almanlar, Almanlar…

Sanki bütün sorunların kaynağı, baş düşman Almanlar!

En azından 1945’ten sonra yazılan tarih kitapları böyle söylüyor; ikinci Dünya Savaşı’nın galibi Anglo-Amerikan eksenli tarih, yani İsrail Devleti doğarken yazılan tarih...


Gerçekte ise olan çok farklıydı. Savaş başladığında, hem halk, hem de devlet olarak Almanya'dan yana idik.

Trabzon milletvekili Ahmet Faik Barutçu, Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne savaş açtığı gün Meclis’teki havayı şöyle anlatır:

“Alman-Sovyet harbi memlekette bir bayram havası vücuda getirmiştir. Herkes birbirini tebrik ediyor. Beş yüz senelik tarihi bir intikamın sevki ve sevinci ile kalpler derhal Alman zaferi için çarpmaya başladı.

Öğleden sonra Meclis koridorunda Dışişleri Bakanı Saracoğlu’na:

‘Siyasi gazanız bir kere daha mübarek olsun’ dedim. Saracoğlu ‘Hepimizin’ cevabını verdi. Mebuslar birbirlerine ‘Bayramınız mübarek olsun’ diyorlardı.”


Bu hesaplaşma Almanya açısından 1. Dünya Savaşı’nın rövanşıydı. Gazi hayatta olsaydı ne yapardı, Almanya yanında savaşa girer miydi, yoksa tarafsız bir duruş mu sergilerdi, bilemiyoruz… 
 
Ama şunu biliyoruz ki; savaş Almanya aleyhine dönünce genç Türkiye Cumhuriyeti eski dostuna sırtını dönmekte pek aceleci davrandı. Bir taraftan ABD kuvvetleri Normandiya’ya çıkmış, diğer taraftan Sovyet ordusu Berlin’e ilerlerken Türkiye Cumhuriyeti apar topar Almanya’ya savaş ilan edip yeni Dünya liderine göz kırptı. ABD’nin emri ve hizmetinde olduğunu göstermek için 1948’de İsrail’i ilk tanıyan Müslüman ülke oldu, 1949’da kurulan NATO’ya alınmadığı halde Kore’ye asker gönderip sadakatini kanıtlamaya çalıştı.

Tabii bu arada geçmişi bir an önce silmek gerekiyordu. Zira başta Fransa ve İngiltere olmak üzere bütün Dünya’nın hafızasında yarım asırlık Alman-Türk ittifakı canlılığını korurken Türkiye’nin yeni dostlarına artık değiştiğini kanıtlaması kolay olmayacaktı.

Değişen sadece dış politika olmadı, aceleyle tarih kitapları da devrin yeni dünya düzenine uygun şekilde tekrar yazıldı. Artık Türk gençlerine Alman dostluğu unutturulmakla yetinilmeyecek, daha da ileri gidip, Almanya’ya düşman edilecekti.

Bu çarpıtılmış tarih ve yanıltma propagandası sonuç verdi. O kadar ki, yeni nesil ne Sarıkamış cephesinde, ne de Çanakkale’de Mehmetçik’le omuz omuza çarpışan Alman askerlerinin varlığından bile haberdar değildir. Binlerce gencini bu topraklarda bırakmış, bir mezar taşı bile olmayan Alman askerlerinin hatırasına ne bir anıt, ne de tarih kitaplarında iki satır teşekküre yer verilmedi.

Anzaklar adına heykeller dikilirken, düşmanlar bile sempatik hale getirilirken, Türk askeriyle birlikte can veren Almanlar için insanımızın hafızasında bir güzel hatıra bile çok görüldü. Yarbay Klaus Wolf yakın zaman önce Gelibolu’da can veren Alman askerleri üzerine bir araştırma yaptı, 534 tanesini tespit etti.38 Ancak Türkiye Cumhuriyeti ne anıt dikilmesini kabul etti, ne de bunu halkın bilmesini istedi...

Oysa Atatürk döneminde durum tam tersiydi. Her ne kadar Lozan'da İngiltere eksenli politika karara bağlanmış olsa da, Gazi Mustafa Kemal bu anlaşmanın fazla sürmeyeceğini biliyordu. Çünkü Almanya'ya dayatılan Versailles Anlaşması kabul edilemez koşullar içeriyordu. Almanya'nın uçak, denizaltı gibi stratejik üretimler yapması yasaklanmıştı. Bu vesileyle, Vecihi Hürkuş'un havacılık girişimleri ve uçak fabrikalarının da Atatürk'ün vefatı akabinde neden kapatıldığı daha iyi anlaşılır. Devletin malum kanadı "Lozan'da zafer kazandık" edebiyatı üzerinden Sevr'in koşullarını uygulama çabasındaydı. 

Bu koşullar altında Atatürk'ün işi hiç de kolay değildi, âdeta çembere alınmış, attığı her adım, söylediği her söz anında İngiltere'ye rapor ediliyordu. Özellikle gazeteci kılığında gelen ajanlara duymaktan hoşlanacakları şeyler söylüyor, bir taraftan dış tehlikeye karşı önlem alırken, diğer taraftan etrafını kuşatan şebekeyi oyalıyordu.

Atatürk ve Hindenburg'un Almanya seyahati esnasında "zaman kazanma" planı yapmış olmaları makuldür. Nitekim, 1930'larda ekonomik krizi atlatan Almanya kısa süre sonra toparlandı, eskisinden daha güçlü bir ordu kurdu. Bu süreçte Gazi Mustafa Kemal ile yakın irtibat halinde olan Mareşal Hindenburg 2 Ağustos 1934’te vefat etti. Atatürk ölüm haberini alınca Adolf Hitler’e telgraf çekti:

“Büyük Devlet Reisi’nin vefatıyla pek müteellim olarak en samimi taziyetlerimle, Türk milletiyle beraber Alman milletinin bu matemine azami iştirak ettiğim teminatını Zât-ı Devletlerine izhar ve ifade ederim.”


Mareşal Hindenburg’un ölümü Türk halkında derin üzüntüye neden oldu. 1915’te doğu cephesinde Rus ordusunu bozguna uğratması, zafer törenleriyle günlerce kutlanmıştı. Mareşal sadece Almanya için değil, Türk halkı için de büyük bir kahramandı. Hindenburg’un vefatı Türkiye’de derin matem etkisi yarattı. Yeni nesillerin anlayamayacağı kadar önemli bir olaydır, günlerce makaleler yazıldı, eski hatıralar tazelendi…

Ancak planda aksama olmadı, yeni hesaplaşma için hazırlıklarını sürdüren Almanya'dan sinyal geldiğinde Atatürk de harekete geçti.

 

Defolun Yahudi Uşakları!
Mustafa Kemal, İtalya’ya bağlı ‘Macedonia Resorta et Veritas’ locasında inisiye olmuştu. İttihat ve Terakki'ye sızmanın başka yolu yoktu. Atatürk, locaların neler karıştırdıklarını çok iyi bilmekle kalmıyor, yakından takip ediyordu:

“Masonluk Siyonist Yahudilerin elinde bir soygunculuk vasıtası olmuştur.” (Ahmet Hamdi Başay, Atatürk’le üç ay, s.20)

Bir süre için faaliyetlerine göz yumduğu localarla hesaplaşmak için uygun zamanı bekledi:

“Nazarı dikkatimi celbeden cihetlerden birisi de, Türkiye’ye Protestan ve genç Hristiyanlık propagandası için gelen misyonerlerin Mason olmasıdır. Elbette günün birinde Türk Milleti ve onun hükûmeti bunların hesabını soracaktır. Herhalde yanlarına kâr kalmayacaktır.” (Milliyet, 13 Ekim 1931, s.2)

Hesap günü, bu sözleri söyledikten dört yıl sonra geldi. Milletvekili İbrahim Arvas hatıralarında şöyle anlatır:

“Mustafa Kemal'in sevmediği iki zümre vardı. Birincisi dönmeler ikinci ise masonlardı. Bir gün eski Adliye Vekili Mahmud Esat Bozkurt’u çağırdı. Kendisine masonların taksimat, teşkilat, ahvalini bildirir bir kitap verdi. ‘Bunu güzelce mutalâa et, bir takrirle Halk Partisi grup başkanlığına ver, grupta bunlara şiddetli hücum yap ve grupça kapanmasına dalalet et. Senin de bu işte büyük şeref payın olacaktır.’ dedi.

Grup danışmanı Mahmut Esat Bozkurt riyaset makamına bir takrir verdi ve takririnin okunmasını reisten rica etti. Hülasası şöyleydi:

‘Masonluk kökü dışarıda bir Yahudi tarikatından başka bir şey değildir, memleketimizde bunun ne işi vardır? Bunu da grup kararıyla kapatalım.’

Ertesi hafta Recep Peker geldi ve kürsüye çıkarak şu müjdeyi verdi:

‘Arkadaşlar yarından itibaren Türkiye’de Masonluk kalmamıştır ve bütün localar kapanmıştır.’

Salonda bir kıyamet koptu, alkışlar, bağırmalar ‘kahrolsun Yahudi uşakları’ sesleri tavanları çınlatıyordu. Şükrü Kaya ve arkadaşları sırra kadem basmışlardı. Grup dağıldıktan sonra Dr. Mim Kemal’i öne katarak meclisteki masonlar toplu olarak Reis-i Cumhur’a gitmişlerdi. Mim Kemal Reis-i Cumhur’a hitaben:

‘Efendimiz biz zaten maiyet-i devletinizdeyiz fakat siz Meşrik-i Azam’ımız olursanız, bir pervane gibi etrafınızda dönüp dolaşırız’ demiş.

Reis-i Cumhur: ‘Peki bir şey soracağım, bana cevap veriniz de sonra... Siz Avrupa’da hangi locaya bağlısınız ve mektubunuzun ismi nedir?’

‘Biz Cenovaya tabiiz ve reisimiz Barca Mişon cenaplarıdır.’ demiş.

Bunun üzerine küplere binen Mustafa Kemal Paşa onlara hitaben: ‘Haydi defolun buradan cehennem olun gidin, Yahudi uşakları! Benim milletim bana kahraman sıfatı verdi, ben sizin gibi çıfıt Yahudi’ye uşak mı olacağım? Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki bütün locaları kapatmadığınız takdirde, yarın teşkil edeceğim Divan’ı Harb-i Örfi’ye hepinizi verir ve astırırım. Haydi defolun karşımdan.’ diyerek onları kovdu, onlar da yıldırım telgraf ve telefonlarla vaziyeti İzmir, İstanbul ve Adana’ya bildiriler ve sabah olmadan hepsinin kapanma kararlarını getirip, henüz sofrasından kalkmayan Reis-i Cumhur’a verdiler ve derin bir nefes aldılar. Reis-i Cumhur Mustafa Kemal bu suretle bütün mason localarını kapattı.”100


Türkiye masonları 10 Ekim 1935 tarihinde ajanslara aşağıdaki haber metnini göndererek uyukuya yattılar:

“Türkiye Mason cemiyeti, memleketimizin sosyal tekâmülü ve günden güne artan muazzam terakkilerini nazarı itibara alarak faaliyetlerine nihayet vermeyi ve bütün mallarını memleketin sosyal ve kültürel kalkınmasına çalışan Halkevlerine teberrüü muvafık görmüştür.”

 

Masonlar devleti tamamen ele geçirmek üzereyken bu haber herkesi şaşırtmıştı. TBMM Başkanı, İçişleri Bakanı, Dışişleri Bakanı, Ankara Valisi, İstanbul Valisi ve diğer üst düzey yöneticilerin pek çoğu masondu.

Atatürk locaları tamamen yok etmenin mümkün olmadığını biliyordu. Masonların uykuya yatarak uygun bir zaman kollayacağını da biliyordu. Ölüm kalım savaşı böyle başladı. Gazi’nin etrafındaki çember her geçen gün biraz daha daraltıldı. Bu kararın hayatına mal olacağının farkındaydı.

İçişleri Bakanı Şükrü Kaya emrin gereğini yerine getirdi ama bütün bu olanlar anında yurt dışı bağlantılarına da ulaştırıldı. Sonunda masonlar gerçeği anlamıştı. Mustafa Kemal en başından beri karşı taraftaydı ve kendilerini çok fena oyuna getirmişti.

İsmet İnönü’nün bir yıldan fazla köşe bucak kaçtığını, hatta Atatürk’ü öldüğüne ikna etmek için tek nüsha gazete bile çıkarttığı söylenir. Ağır hasta yatağında, çevresi tamamen kuşatılmış olan Gazi Mustafa Kemal sonunda ikna edildi. İsmet İnönü’nün öldüğüne inandığı için çocuklarına burs bağlanmasını vasiyet etti. Bir süre sonra da vefat etti.

“Ben, gerektiği zaman en büyük hediyem olmak üzere Türk Milletine canımı vereceğim!”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder