15-ONLAR

Bu ülkedeki solcu, sağcı, Alevi, Sünni hemen her kesime, milletin kültürüne ve bütün değerlerine düşman bir örgütten söz ediyoruz. Bırakın dini, mezhebi, Türk’ün müziğine bile yasak koyacak kadar batı hayranı ve Avrupa’ya göbekten bağlı bir çete...

Bu arada bilmeyenler için bir hatırlatma yapalım; 1934’te Türk mûsikisi de yasaklanmıştı. O yıllarda radyoda sadece batı müziği, opera vs. çalardı. Bu kararda Hasan Saka’nın baş rol oynadığı söylenir. İlginçtir; Hasan Saka da İsmet İnönü ile birlikte Lozan heyetindeydi.

Tesadüf müdür bilinmez, ama Ankara’nın demografik yapısı bile sanki devlet politikasını yansıtacak şekilde dizayn edilmiştir. Kentin doğusu fakirliğe mahkumdur. Yazılı olmayan bir kuraldır; batıya yaklaştıkça zenginlik artar, hayat standartları yükselir. Yeni nesil inanmakta zorlanabilir, ama enstrümanlar arasında bile ayrım vardı. Gitar çalmak özendirilirken saz, bağlama üvey evlat muamelesi görürdü. Türk kültürüne ait her şeyin küçümsenip dışlandığı o dönemde, batı müziği ile ilgilenenler modern, çağdaş vatandaşlar olmakla onore edilirken, Türk sanatına, tarihine ilgi duyanlar ise gerici, yobazlar olarak aşağılanırdı. Bu durum seksenli yıllara kadar devam etti.

50’den fazla bestesi bulunan Mildan Niyazi Ayomak (1888-1947) “Bu mûsikiyi midesi bulanmadan dinleyen var mı?” diyerek sadece kendi geçmişine hakaret etmekle kalmıyor, yeni devrin gereğini yerine getiriyordu. Bestekâr Kemal Emin Bara ve Konservatuar (Dâr’ul Elhan) müdürü Musa Süreyya Bey gibi pek çok sanatçı(!) Türk müziğine küfür etme yarışına girmişlerdi. Sanki en ağır hakareti eden en çok mükâfat alacak gibi...

Musa Süreyya’nın eşi, müzik öğretmeni Refet Süreyya hanımın bu yarışta kimseden geri kalmaya niyeti yoktu: “Türk müziği mutfak paçavrasıdır. Bunu başına saranlara bırakınız helal olsun. Başı ağrımadan Türk Mûsikisi dinleyenlerin kafası balkabağından yapılmıştır.” (www.musikidergisi.net)

Güzel Sanatlar Kurulu üyesi İsmail Hakkı Baltacıoğlu ise “Alaturka mûsiki, irtica mûsikisidir, ona müdahale etmek lazımdı.” diyerek Türk müziğinin rejim için oluşturduğu tehdide dikkat çekiyordu.

1971’de ilk Kültür Bakanı Talat Halman, besteci Itrî’nin 259. ölüm yılı nedeniyle düzenlenen bir Türk müziği konseri için Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konser Salonu’nun tahsis edilmesini onayladı. Bu karar, Atatürk devrimlerine aykırı olduğu gerekçesiyle aşırı tepki çekti. 26 Kasım 1971 tarihli Milliyet gazetesinde Suna Kan imzasıyla yayınlanan makale resmi ideolojiyi özetler nitelikteydi:

“Cumhuriyet’in bir Kültür Bakanı turist eğlendirmek için nasıl taaddüd-i zevcata (çok eşliliğe) hareme fetva veremezse, Atatürk’ün diğer devrimlerine de aykırı davranamaz, Türkiye’yi yabancılara Osmanlı artığı çehresiyle tanıtamaz.

Teksesin eğitileceği bir Devlet Konservatuvarı açmak, Devlet Konser Salonu’nda sazlı sözlü bir Itrî Gecesi, Galata Mevlevihanesi’nde haftada iki defa Mevlevi ayini düzenlemek, İngiliz Kraliçesinin huzurunda kavuklu kişilere alaturka konser verdirtmek hem Atatürk devrimlerini zedeler, hem de Kemalist Türkiye için kötü propagandadır.”

Hızını alamayan Suna Kan ertesi gün Başbakan Nihat Erim’e mektup gönderip “İş ne Itrî meselesidir, ne Devlet Konser Salonu’nda alaturka konser vermek meselesidir, kökünden Atatürk devrimleriyle sıkı sıkıya ilgilidir” diyerek, tehditkâr bir üslupla hükûmeti uyardı.

Aba altından sopa gösteren tek o değildi. Savcı edasıyla yazılmış 18 Kasım 1971 tarihli bir diğer mektup Başbakanı açıkça suç işlemekle itham ediyordu:

“Size bu mektubu Atatürk devrimlerinin ürünü olan yüzlerce Türk müzikçisinin adına, Kültür Bakanınızdan şikâyet etmek için yazıyorum. Mektupta şu beş madde sıralanmış ve Kültür Bakanı’nın suçları delillendirilmiştir:

1. İş başına gelir gelmez Topkapı Sarayında alaturka konser düzenlemiştir.

2. Turist mevsiminde Galata Mevlevihanesi’ni açıp haftada iki ayin yaptıracağını müjdelemiştir.

3. İngiliz Kraliçesi’nin karşısına Atatürk Türkiye’sinde sanat temsilcisi olarak divan müziği örnekleri ile, başında kavuk, Münir Nurettin Selçuk’u çıkarmıştır.

4. Devlet Konser Salonu’nda 22 ve 23 Aralık tarihlerinde Itrî Gecesi tertiplemiştir.

5. Alaturkanın öğretileceği bir Devlet Konservatuvarı açacağını beyan etmiştir.”

Talat Halman, bir önceki yıl bütçeden 125 milyon liranın batı müziğine harcandığını, Türk müziğine ise 1 milyon TL bile ayrılmadığını söyleyerek kararında ısrar etti. Ama hükûmet baskılara daha fazla direnemedi, konser iptal edildi. İki hafta sonra kurulan yeni kabinede Kültür Bakanlığı tamamen kaldırıldı.

İngiltere Kraliçesinin karşısına Osmanlı kıyafeti ve Türk müziği ile çıkmaktan utanan bu familyayı tanıyabilmek için Lozan’da neler olup bittiğini iyi anlamak gerekiyor. Resmi tarihin iddia ettiği gibi savaşarak bağımsızlığını kazanmış bir ülke idiyse, Türkiye Cumhuriyeti neden sanatına bile sahip çıkmaktan acizdi?

İsmet İnönü yıllar sonra, klasik batı müziği sevgisini elde edene kadar çok zorlandığını itiraf edecekti: “İnatla dinlemezseniz sevemezsiniz. Bir kere sevdiğiniz zaman da vazgeçemezsiniz.”

Hiçbir başarı cezasız kalmaz!
Vecihi Hürkuş’un başına gelenleri az çok herkes bilir, ama onu cezalandıran şer şebekesini çözebilen olmamıştır. Hep söylenir "Bu memleketin kalkınmasını istemiyorlar, başarılı insanları engelliyorlar, ülkeyi terk etmeye zorluyorlar vs..."

Peki, kim bunlar? Bir türlü adını koyamadığımız bu kötü insanları sadece üçüncü çoğul şahısla ‘onlar’ diye ifade etmekle yetiniriz. Herkes Onlar’ın farkındadır, ama kimse tanımlayamaz. Bu çıkmazı aşmanın en kolay yolu da, bu kötü adamları karşı parti, mezhep veya ideolojik örgüt içinde aramaktır. Böylece her grup kendini mutlu edecek bir tanım bulmuş olmanın rahatlığını yaşarken onlar da gizli kalmanın keyfini sürer.

Onlar’ın mağdurlarından biri olan Vecihi Hürkuş’un uçma tutkusu genç yaşlarda başladı. 1915’te Yeşilyurt Tayyare Makinist Mektebi’ni bitirdi. 1917’de Kafkas cephesindeki görevi sırasında düşman uçağı düşüren ilk Türk pilotu olarak tarihe geçti.

Bir hava çatışmasında yaralandı. Uçağı Rusların eline geçmesin diye yaktı, esir düştü. Sürgün edildiği Hazar Denizi’ndeki adadan yüzerek kaçtı. 1920’de millî mücadeleye katıldı ve Yunan Ordusunu bombalayarak Kurtuluş Savaşı’nın ilk hava saldırısını gerçekleştirdi. TBMM tarafından defalarca ödüllendirildi. Savaştan sonra havacılık okulunda öğrenci yetiştirirken uçak yapımıyla da ilgilendi. Edirne’de terk edilen bir İtalyan uçağını tamir edip İzmir’e uçurdu. Bu başarı onu cesaretlendirdi ve bir yıl gibi kısa bir sürede Vecihi K-VI modelini üretti.

İşte o zaman “Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir başarı cezasız kalmaz” deyimi tecelli etti. Uçuş izni alacağı bir kurum olmadığı için yasadışı uçmak suçuyla cezalandırıldı, uçağına devlet el koydu. Pek çoğumuzu isyan ettiren, bazılarını da gülümseten akıllara ziyan bu olay aslında çok mantıklıdır; Franko-Devlet’in şer şebekesini bilmek şartıyla!

Eğer ipleri yurt dışında olan bu lanetli örgütün varlığından haberdarsanız, şaşılacak bir durum olmadığının da farkındasınız demektir. Onlar tabii ki bu ülkenin kendi uçağını, sanayisini geliştirmesini istemezdi. Bilim ve teknoloji sadece batıdan gelmeliydi ki yeni nesil Avrupa karşısında hep ezik kalsın.

Ama Vecihi Hürkuş yılmadı. Öğrenci yetiştirmeye devam etti. Atlantik’i geçecek ilk uçuşu gerçekleştirmesi için kendisine teklif geldi. Bu fikre iki ülke karşı çıktı: Fransa ve Türkiye! Fransa’yı anladık da neden Türkiye, diye sormadığınız için teşekkürler, artık her şeyi daha iyi anlıyorsunuz!

Vecihi Hürkuş yerine Amerikalı pilot Charles Lindbergh 1927’de Atlantik Okyanusu’nu aşarak tarihe geçti. Hürkuş’un ise cezası eksik olmuyordu. Uçağına el konulması üzerine Hava Kuvvetleri’nden istifa edip Ankara’da Türk Tayyare Cemiyeti’ne girdi.

Bu arada Almanların kurduğu ‘Tayyare ve Motor Türk Anonim Şirketi’ne ait uçakların deneme uçuşlarını gerçekleştirdi. Almanlar da bürokrasiye dayanamadı. Türk tarafında uçaktan anlayan kimse yoktu, 1925’te kurulan fabrika 1928’de kapandı. Devlet özellikle işten anlamayanları Almanların yanına vererek yıldırmayı başarmıştı.

Bunun üzerine Vecihi Hürkuş kendisi uçak yapmak istedi ama Türk Tayyare Cemiyeti (Türk Hava Kurumu) izin vermedi. Kısacası, Türkiye’de havacılıkla ilgili ne kadar devlet görevlisi varsa, hepsi havacılığı bitirmek için kesin kararlıydı.

Ama Vecihi Hürkuş yılmadı. Kolay pes edecek karakterde değildi. Onca çatışmaya girmiş, yaralanmış, Rusların esir kampından kaçmış eski toprak, öyle birkaç bürokratın baskısına teslim olacak adam değildi. 1930’da İstanbul’da bir kereste atölyesinde Vecihi-XIV modelini kaçak olarak üretti ve deneme uçuşunu başarıyla gerçekleştirdi.

İkinci uçuşunu İstanbul’dan Ankara’ya yaptı. İner inmez uçağına devlet el koydu. Vecihi Hürkuş azimliydi ama bürokrasi onu bitirmek konusunda daha da azimliydi. Sonunda devletin doğru kanadına ulaştı. Fevzi Çakmak’ın verdiği özel izin sayesinde uçağını geri aldı, parçalara ayırarak trenle Çekoslavakya’ya götürdü. Orada parçaları tekrar birleştirdi ve başarıyla uçurdu. Çekoslavakya Vecihi-XIV modelinin dünyanın en iyi uçaklarından biri olduğunu da not düşerek lisansı verdi.

Prag’dan uçağıyla döndü. Türkiye turu yaparak her yerde havacılığa ilgi uyandırmaya gayret etti. Bu defa da Türk Hava Kurumu gerekçesiz olarak uçmasını yasakladı. THK’dan istifa edip ‘Vecihi Sivil Tayyare Mektebi’ni kurdu. Ücret almadan pilot yetiştirebilmek için Tekel ve İş Bankası’nın reklamlarını aldı. Nuri Demirağ’ın bağışladığı parayla ‘Nuri Bey’ adını verdiği Vecihi-XVI yolcu uçağını yaptı.

Atatürk’ün desteği ile Almanya’ya uçak mühendisliği okumaya gitti. Okulu iki yılda üstün başarıyla bitirdi. Bu defa da devlet ‘iki yılda mühendis olunmaz’ diyerek diplomasını reddetti. Danıştay’a dava açarak diplomasını kabul ettirdi. Ama Türk Hava Kurumu pes etmedi, uçakla ilgili herhangi bir şey bulunmayan Van’a tayin etti.

Vecihi Hürkuş istifa ederek kendi gayretleriyle Türk havacılığına hizmet etmeye çalıştı ama artık Atatürk de yoktu. Sonunda Franko-Devlet kazandı. Atatürk’ün başlattığı bütün havacılık faaliyetleri ve uçak fabrikaları kapatıldı. 1969’da Vecihi Hürkuş yoksulluk içinde hayata veda etti, adı tarihten silindi; ülkesine hizmet eden her vatan sever gibi…97

Onun yerine, sömürgecilere ait çok uluslu şirketlerin yöneticileri yeni nesillere başarı örneği olarak takdim edildi. Eğer bir gün basında adınızdan övgüyle söz edilir ve bir anda Türkiye’nin başarı simgesi haline getirilirseniz kendinizi yoklayın, farkına varmadan küresel şebekeye hizmet ediyor olma ihtimaliniz vardır. Cezalandırılıyor, hakarete maruz kalıyor, adınız filmlerde alaya alınıyor, aşağılanıyorsanız, doğru yoldasınız demektir. Vecihi Hürkuş’un izinden ilerlemeye devam edin!

5 yorum:

  1. Merhaba, çok güzel bir yazı, paylaşmak istiyorum izninizle...

    YanıtlaSil
  2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  3. Sonuç olarak hiç bir başarı cezasız kalmaz,merakından soruyorum kayseri de uçakları gömen, menderesi asanın bir alakası var mı, her şeyi masada bırakan sözüm ona lozan fatihi ve mızıka takımı? Her taşın altında onlar çıkıyor da....

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. https://fevzibilir.blogspot.com/p/yunan-ordusunu-istanbula-sokmayan.html

      Sil