8-FRANSIZLAŞMAK...

Bir Fransız için İstanbul’a gelmek Paris’ten Marsilya’ya gitmek gibidir, veya evinin bir odasından diğerine geçme kolaylığında! Ermeni meselesi başta olmak üzere hemen her konuda sergilediği olumsuz tavra rağmen, Türkiye Cumhuriyeti neden Fransa’ya bir vize bile koyamaz sorusu, halkın bugün bile sebebini bilmediği bir sırdır. Fransızlara tanınan bu ayrıcalık özenle gizlenir, toplumun bilmesi istenmez. Görünüşte ise Fransa ile sert kavgalar yapılır, karşılıklı restler çekilir, milliyetçi duyguları coşan vatandaşlarımız her an bir çatışma çıkabilir heyecanıyla teyakkuz haline geçer.

Fransa, Ermenilerin soykırım iddialarını kurcaladıkça Cezayir kartını kullanmaktan başka aklına bir şey gelmeyen devlet erkânı da çok iyi bilir ki, 1960'lı yıllarda Cezayir bağımsızlık mücadelesi verirken BM oylamalarında T.C. Dış İşleri hep Fransa lehine oy kullanmıştı. 1970'li yıllara kadar Türkiye’nin soykırım iddialarına ilişkin dış politikası sessizlikten ibaretti. Ermeniler bütün dünyada kamuoyu oluşturmak için çabalarken T.C. tarafında gizli bir memnuniyet vardı. Bu iddialara karşı, esas katledilmiş olan bizim halkımızdır diye konuşan, kitap yazan birkaç milliyetçi yazar ise atalarını savunmaya yeltenen faşistler olarak görülürdü. Hatta devlet sık sık ‘reddi miras’ esasına göre kurulduğuna vurgu yapar, Osmanlı dönemini aklama gayretine girenlere aba altından sopa gösterirdi. Ta ki ASALA diplomatları öldürmeye başlayana kadar! O zaman anladılar ki, kendileri geçmişi inkâr etse de bütün dünyanın gözünde Türkiye Osmanlı’nın devamıdır. İçeride halkı kandırmayı –bir nebze de olsa– başarmışlardı, ama bu yalan uluslararası arenada tutmadı. Zorunlu olarak bir politika belirlemek zorunda kaldık; her ne kadar Osmanlı dönemi de olsa red etmeye karar verdik.

Fransa, Ermeni soykırım iddialarını her gündeme getirdiğinde bunun dış polikamıza maliyeti, büyükelçimizin Türkiye’ye geliş-gidiş uçak bileti masrafıdır. Önce büyük bir gürültüyle Türkiye'ye çağırırız, sanki bir şey yapacakmış gibi bağırıp çağırdıktan sonra sessiz sedasız geri göndeririz. Bunun dışında bir şey yapılamaz, teknik olarak mümkün değildir.

Sebebine gelince; Türkiye Cumhuriyeti Fransa’nın bir kopyasıdır, hem de kötü bir kopyası… Ve kopyalar asla orijinalin önüne geçemez, hep geriden takip etmeye mahkûmdur. Bürokrasinin kemikleşmiş kadrolarının bildikleri, öğrendikleri her şey Fransa’dandır. Fransa Hukuk (Code de procédure civile) ve ceza kanunları 1879’da tercüme edilerek Asliye Mahkemeleri oluşturuldu. Jandarma, komiser sadece sözcük olarak dilimize girmekle kalmadı, iç güvenlik sistemi de bu kelimelerle birlikte Fransa’dan ithal edildi. Devletin bütün kurumları, parlamento, eğitim sistemi, yargı, emniyet teşkilatı, aklınıza ne gelirse hepsi Fransa'dan devşirilmiştir. O kadar ki ‘Cumhuriyet Savcısı’ tabiri bile aynen Fransızcadan tercüme edilmiştir: Procureur de la république.

NATO’ya girişimizden sonra pek çok kurum Amerikanlaşsa da, devletin derinliklerinden hâlâ buram buram Fransa kokusu gelmektedir. 1808’de başlayan Fransızlaşma süreci, Sultan II.Abdülhamid’in Almanya ile yakınlaşma politikası yüzünden bir süre kesintiye uğradı. Dönüşümün tamamlanması için Osmanlı’nın yıkılması gerekiyordu. 1789 Fransız ihtilali sonrası dünyada ilk defa uygulanan ulus-devlet modeli kısa zamanda kanserli bir hücre gibi Avrupa’yı istila etti. Bünyesinde çok sayıda ulusu barındıran Osmanlı Devletinin çöküşünde Fransa doğumlu etnik milliyetçiliğin rolü büyüktür.

Halkımızın bilmediği bir diğer ayrıntı; büyükelçilerin ortak özelliği sadece Fransızca bilmekten ibarettir. Neden Dış İşlerinde Rusça, İspanyolca, Çince gibi önemli dilleri bilen diplomata rastlanmaz, neden yükselmenin yolu Fransızca bilmekten, hatta dil bilmek yetmez, onlar gibi dans etmek ve içmekten geçer; üzerinde düşünülmesi gereken bir ayrıntıdır…

Kendini devletin sahibi olarak gören elitlerin hayalidir, Champs-Elysées (Şanzelize) caddesinde adımlayıp, Chateaubriand (Şatobrian) yudumlamak... Tek bir sorun canlarını sıkar, onlar bu Fransız rüyasıyla mest olmuşken; zavallı ve sefil gördükleri Türk halkından biri olmak! Eh, madem istemeyerek üzerlerine bulaşmış bu Türk kimliğinden kurtulamıyorlar, geriye kalıyor tek alternatif: Türkleri Fransızlaştırmak!

Devletlû büyüklerimiz Fransa gibi olmakla yetinmemiş halkımızın da Fransız gibi olması gerektiğine karar buyurmuştur. Giyim, kuşam, müzik ve sosyal hayatın her alanında Fransa taklit edilmiş, Fransıza benzemeyenler aşağılanmış, tarihine, kültürüne, millî değerlerine sahip çıkanlar gerici olarak damgalanmıştır.

Tarihte hiçbir zaman taklitçilikle yükselen bir millet görülmemiştir. Büyük devletleri kuran bütün uluslar bu gücü hep öz kimlikleri üzerine bina etmişlerdir. Özgüvenini kaybeden her şeyini kaybeder. Her haliyle başkasının taklidi olanlar ise hep orijinalin gerisinde kalırlar. Maksatlarının aksine, taklit ettikleri kişilerden saygı görmek yerine bizzat onlar tarafından aşağılanırlar. Her toplum millî değerlerine uygun yaşadığı nispette saygı görür. Özendiği uluslara benzemeye çabaladıkça küçümsenir.

Resmi tarihin özenle sakladığı bir gerçek daha vardır; Avrupa’da üç asırdan fazla Türk hayranlığı yaşanmıştır. Buna kendileri ‘Turquerie’ derler. Türk Modası veya Türk Çağı olarak tercüme edebiliriz. 18. yüzyıl sonuna kadar Avrupa Osmanlıya hayrandı, evlerindeki eşyadan, sanata varana kadar her şey Türk modasına göre şekillenirdi. Yani bugün sokağa çıktığımızda nasıl her yerde Cafe, Şarküteri, Shopping Center rezaleti görüyorsak, 400 yıl önce durum bunun tam tersiydi. Avrupalı Türk’ü taklit eder ve bununla övünürdü. Mozart’a Türk Marşı’nı besteleten de bu akımdır. Tarih kitaplarını yazan sahte-Türkler tabii ki halkın bilmesini istemediler. Çünkü toplum Avrupalıların Osmanlıya hayran olduğunu öğrenirse tarihiyle gurur duyar, atalarına benzemeye çalışırdı. Oysa onların istediği Fransızlara özenen bir nesil yaratmaktı, bunu başardılar da!

Zamanla İngilizlerin etkisi arttı. Özellikle 1. Dünya Savaşından sonra kontrol tamamen Britanya Krallığına geçti. Ama onlar da Türklerin Fransızlaştırılma politikasından memnundu, planı uygulamaya devam ettiler. Bir süre sonra bu operasyon ‘Avrupa Birliği’ adı altında resmileştirildi. Hikâyenin gerisini biliyorsunuz. Avrupa Birliği’ne girmek istiyoruz demek ‘Size hayranız, size benzemek, sizin gibi yaşamak istiyoruz, lütfen bizi kabul edin.’ demektir. Yani bir çeşit yalvarmadır…

Avrupa ise her defasında verilen tavizleri az bulur, şöyle bir bakar, Fransıza yeterince benzeyemediğimiz hususlar not edilir, bir fasıl açar ‘biraz daha çalışın, tekrar gelin’ der. Tabii ki bu onursuz süreç medya marifetiyle büyük bir başarıymış gibi aktarılır. Avrupa Birliği yolunda nasıl ilerlediğimiz övünçle anlatılır. Bir gün başarılırsa anlamı şu olacaktır: Artık bir Fransızdan farkınız kalmadı, tebrikler!

Türk dili de Fransız modasına göre şekillendirildi. Avrupa’dan ithal ettiğimiz sözcükleri Fransızlar gibi telaffuz ederiz. İngilizler gibi televijın demeyiz de, Fransızlar gibi televizyon deriz. Radyo, tren, kamyon, pantalon, telefon, kravat, empoze, angaje, otantik, realist, natürel, liberal, sosyal, teknik, taktik, antrenman, deplasman, pozisyon, porsiyon, proje, plan, strateji ve daha binlerce kelimenin frenkçe telaffuzuyla Türkçe aynıdır. Yani Türkler Fransızlaştırılmakla kalmadı, Türkçe de Fransızcalaştırıldı. Son 60 yıldır Amerikan rüzgârı şiddetini artıyor olsa da Fransa’nın dilimiz üzerimizdeki etkisi ile yarışmaktan hâlâ çok uzaktır.

Yabancı sözcükler gerektiğinde elbette kullanılabilir. Bilimde öncü olan tabii ki kendi dilinde terimler de üretir, öğrenmek isteyen de onun sözcüklerini kullanır. Bu yüzden, sanat, spor ve bilimde ileride olanların teknik terimlerini kullanmakta bir sakınca olamaz. Ancak, market, şarküteri, my town, bay bay gibi yabancı sözcüklerin Türkçesi olmasına rağmen kullanılması tek bir şekilde açıklanır: Aşağılık kompleksi!

Bütün dünyanın Latvia diye bildiği ülkenin Türkçesi neden Letonya’dır? Artık cevapları biliyorsunuz, tabii ki yine Fransızlar sebebiyle, onlar ‘Lettonie’ dedikleri için. Herkes German veya Deutsche derken biz Alman deriz, çünkü Fransızlar öyle der! Kısacası Avrupa’dan dilimize yeni bir sözcük gelecekse hemen Fransızlara bakarız, onlar nasıl diyorsa biz de öyle telaffuz ederiz.


Millî bayramlarda göğsümüzü kabartarak okuduğumuz 10. yıl marşı yine bir Fransız olan Rousseau’nun ‘J’ai perdu tout mon bonheur’ eserinden aşırmadır. https://www.youtube.com/watch?v=yi3Wgua03FU Çalıntı müzikle millî duyguları coşturan marş yapmak sadece bizim taklitçilere has bir meziyettir. Yine her bayramda heyecanla söylediğimiz ‘Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar’ marşımız, Felix Körling’e ait ‘tre trallande jantor’ adlı bir İsveç şarkısıdır. https://www.youtube.com/watch?v=S877sNgxkOw ‘Bir başkadır benim memleketim’ ise Haham Elimelech’in acıklı hikâyesini anlatan Yahudi müziğidir. https://www.youtube.com/watch?v=EjJeSgKUooM 

Örnekler çoğaltılabilir…
 
Elitlerin taklitçiliği sadece aşağılık kompleksinden kaynaklanmıyor. Kendi içlerinde yaptıkları akraba evlilikleri nedeniyle yetenek ve zekâ seviyeleri oldukça geriledi. Bilim ve sanat üretemiyorlar. Bu durumda batı müziğine Türkçe söz uydurmaktan başka yapacak bir şey kalmıyor. Amerika’da bir televizyoncu önüne çalışma masası gibi bir kürsü alıp konuklarla sohbet programı icat edince aynen taklit ediyorlar. Çoğu zaman taklit etmeyi de beceremiyorlar. Prof. Yalçın Küçük’ün de ifade ettiği gibi, endogami gerçekten de yeteneksizleştiriyor!

Mehter marşından hazzetmeyen, Osmanlıyı hatırlatan her şeye karşı, Türk müziğine yasak koyacak kadar milletin değerlerine düşman bu örgütü tanımadan Türkiye tarihini anlamak mümkün değildir. Şimdilik kendilerine Franko-Türkler demekle yetinelim, veya sahte Türkler. Yahudi etiketli bu familya Paris’te Fransız, Ankara’da Türk milliyetçisi rolü yapsa da gerçekte ne İbrani, ne Türk, ne de Fransızdır.

Türk’ün Türk’ten başka dostu yok mu?
Sahte Türklerin yıllardır ezberlettiği bir yalandır. Oysa tam tersidir, yeryüzünde Türk halkı kadar dostu olan ikinci bir millet yoktur. İngiltere’yi seven bir ülke bulamazsınız. Aynı durum, Fransa, Çin, İtalya ve hemen her ülke için geçerlidir. Ama bir Türk olarak Fas’tan, Pakistan’a, Balkanlar’dan Orta Asya’ya, oradan Endonezya’ya kadar geniş bir coğrafyada sevgi ve saygı görürsünüz. Bu milletlerin çoğunun içindeki samimi dostluğu hissedersiniz; her ne kadar bazılarının devlet politikası batıya endeksli olsa da...

Avrupa hayranı sahte milliyetçilerin uydurduğu “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” edebiyatının tek amacı Türklerin sırtını dostlara, yüzünü batıya çevirmektir. Çünkü Türkiye’nin tekrar lider olmasına tahammülleri yoktur. Bu yüzden de Osmanlı’nın son yıllarından itibaren devlet yapısı Fransız modeline göre şekillendirildi.

Mevcut devlet yapısı aslında Fransızların üçüncü cumhuriyetidir. 1789 devrimiyle kraliyete son veren Fransa ‘Cumhuriyet’ rejiminin mucidi olmakla övünür. Ancak bu sistemden kendileri de bir hayır görmedi. Dört cumhuriyet modeli denediler, olmadı. 1958’de devlet yönetilemez duruma gelince döndüler en başa! Charles de Gaulle (Şarl dö Goy)’un dayatmasıyla anayasa değişti, kral gibi yetkileri olan başkanlık sistemine geçtiler. Tek farkla ki, yeni kral seçimle iş başına geliyordu.

Fransa Devlet Başkanı istediği kişiyi başbakan veya bakan olarak atayabilir. İstediği zaman bütün bakanları, valileri, büyükelçileri görevden alabilir. Kanun hükmündeki buyruklarla ülkeyi yönetme yetkisine sahiptir.

Olağanüstü durumlarda başkanın yetkileri sınırsızdır. Bu, Roma İmparatorluğu’ndaki ‘diktatör’ sistemine benzer. Sözcük anlamı ‘söyleyen, emreden’ demektir. Yani ‘tek söz sahibi’ anlamında. Senato, savaş gibi olağanüstü durumlarda İmparatora ‘diktatörlük’ yetkisi verirdi. Ama bu geçici bir süre içindi, asayiş normale dönünce yetkiler tekrar sınırlandırılırdı. Tabii bu durum suistimale açıktı. Tarihte bilinen en meşhur örnek Jules Cesar’dır. Kendisini ‘Dictator Perpetuo’ ilan etti, yani ebedî diktatör!

Kısacası, Fransa en başa dönmüş, kraldan bile daha yetkili başkanlık sistemine geçmiştir. İşte medyanın ara sıra gündeme getirdiği ‘İkinci Cumhuriyet’ lafı Fransızların beşinci ve son cumhuriyet modelidir. Çok partili rejimlerin kavgadan başka bir işe yaramadığını en çabuk anlayan Mustafa Kemal oldu, particiliğin ülkeyi zayıflatmasına izin vermedi:

“Bu vatan partilere değil millî birliğe muhtaç!”

Atatürk, millî birlik ve beraberliğin demokrasi tiyatrosundan daha önemli olduğunu Charles de Gaulle’dan çok daha önce fark etmişti.

“Tarihin bu memlekette şimdiye kadar oluşturmadığı bu millî birlik ve beraberliğin bozulmasına ait her hareketi, bir vatan ihaneti sayarak ona göre gereken karşılığı vermede tereddüt etmeyeceğiz.”33

Fransız Krallığının sonunu getiren örgüt ile Osmanlı’yı yıkan güç aynıydı. Bol kavgalı sisteme geçmek için önce padişahın yetkilerinin sınırlandırılması gerekiyordu. Bu ön aşamanın adı Meşrutiyet idi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder