32-BENLİK SIRRI

"Beni bende deme, bende değilim.
Bir ben vardır bende, benden içeri" (Yunus Emre)


***
Allah bütün sıfatlarıyla sonsuzdur. Hayat, ilim, kuvvet ve diğer niteliklerin sonsuz halidir. O Işık’tır ama gözün algıladığı renklerden öte bir Nur’dur. O sonsuz Nur, ancak nefsani benliğin karanlığı ile bilinir. Her bireyin kendisini kastettiği Ben’den öte bir ve tek olan ‘Ben’ bilinci en yüksek hakikattir!
  
Işığın farkına varabilmek için karanlığın zorunlu olması gibi, sonsuzluk kavramının bilinmesi de ancak ‘yokluk’ deneyimi ile mümkündür.

“Yok olmadıkça hiç kimse için yüce huzura varmaya yol yoktur.” (Mesnevi, c.6 / 232)

“Ölüm günü bütün bu bilgiler içinde işe yarayan ve yol azığı olanı da yokluk bilgisidir.” (Mesnevi c.6 / 2834)

“Deniz ölüyü üstünde taşır, diriyi boğmak ister. Nefis sıfatlarını öldür ki hakikat sırlarının denizi seni üstünde taşısın.” (Mesnevi, c.1 / 2842)


İnsan "Ben" bilincini deneyimle idrak yeteneğine sahip tek varlıktır. Ancak bu potansiyelin önemli bir riski de vardır. Eğer ‘nokta’ hükmünde olan nefsin yokluğunu bilmek yerine, onu var zannedip ‘benlik’ duygusunun esiri olursa kendini ebedî karanlığa mahkûm eder. Bu karanlık, nefsani benliği zamansız ve mekânsız bir azap içinde hapseder. Ait olduğu kaynağa, Sonsuz Işığa dönmekten kendi kendini mahrum eden insan için yapılabilecek bir şey yoktur. İşte sınırlı iradenin sırrı bu hassas noktada yatar. Peygamber bile olsa, kimse bir başkasının iradesine zorla karar aldıramaz, kendisi istemedikçe yardım edemez!

Benlik bilgisi önemlidir, çünkü bütün davranışlar bencillikten kaynaklanır. Aydınlanma halini yaşayanlar bencillikten arınmıştır. Üstadlar tecrübe ettikleri üst bilinç seviyesini aktarırken uzay ve zamana hapsolmuş zihnimizin algılayamayacağı bir âlemden bahsediyorlar. Bu ruhun (spirit) yaşam düzeyi olarak tanımlanabilir. Dolaysıyla spiritüel (ruhsal) bir deneyimdir. Üzüntü, endişe, korku gibi her türlü olumsuz duygunun yok olduğu, sonsuz huzur hali, gerçek mutluluktur.

Aydınlanmışlara göre dünya hayatı bir illüzyondur. Düşünüzde sahip olduğunuz bir ev –eğer rüya gördüğünüzün farkındaysanız– size sevinç vermez, benzer şekilde rüyada ölmek de korkutmaz.

Mesnevi bu durumu Musa Peygamberin mucizesi karşısında iman eden büyücüleri örnek göstererek anlatır. Firavun büyücülerine, siz Musa ile anlaşarak bana karşı komplo kurdunuz, diyerek ellerini ve ayaklarını kestirir, ancak hiçbiri inancından dönmez. Mevlana büyücülerin bu kararlı halini gerçek imanı elde etmiş olmalarına bağlar. Çünkü onlar biliyordu ki, rüyada kesilen el gerçekte kesilmiş değildir.

İbrahim (a.s) gibi, ateşe atıldığında bile en küçük korku ve üzüntü duymayacak kadar derin huzur veren ‘gerçek inanç’ hali anlayış sınırlarımızın ötesindedir.

“Gönlünü, ne kadar büyük olursa olsun,
O görünmez nesneyle doldur.
Yüreğin mutluluktan dolup taşınca,
Ona istediğin adı ver;
Mutluluk, Sevgi, Gönül, Tanrı...
İsim gürültüden başka bir şey değildir.
Göklerin ihtişamını bizden gizleyen bir sistir.” (Goethe)


Realizasyon, aydınlanma, vahdet-i vücud (varlığın birliği) ve daha pek çok farklı sözcükle ifade edilen bu hali beş duyu ile tanımlanan sözcüklerle tarif edemiyoruz. Bu, tıpkı doğuştan görme engelli birine renkleri anlatmak gibi olanaksız bir iştir. Kırmızıyı nasıl tarif edebilirsiniz?

İlahî hakikate kıyasla her insan görme engelli doğar. Niceleri vardır ki, beden gözlerinin kapalı olmasına mukabil kalp gözleri açıktır. Gerçek görüş, renklerin ötesindeki Nur’u görmektir. Sonsuzluğun notasız senfonisini duyanlar için beden kulaklarının doğuştan engelli olmasının da bir önemi yoktur.

“Varlıktan kurtulan topluluğa gökyüzü de secde eder, güneş de, ay da…
Kimin bedeninde ateşe tapan nefis öldüyse, güneş de onun buyruğuna ram olur, bulut da!”149


Renksiz nuru görmek, sessiz mûsikiyi duymak ancak ‘nefsani benlik’ten arınmakla mümkündür. İnsanın var zannettiği ego, zaman algısı içinde bir an’lık yanılgıdan ibarettir.

“İstersen dünyada zamanın allâmesi ol,
Hele şimdicik dünyanın yokluğunu da gör, zamanın yokluğunu da!”150

Karanlıktan aydınlığa çıkan gerçek iman sahiplerine göre geçmiş-gelecek yoktur, her şey şimdiki zamanda, an’dadır!

“Şu halde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa ‘Dünya bir andan ibarettir.’ buyurdu.” 151


“Ölmeden önce ölünüz.” Ölüm gelip çatmadan evvel, şehvanî ve nefsanî hislerinizi terk etmek suretiyle bir nevi ölünüz.’ diyen Peygamber (s.a.v) şüphesiz hidayet kaynağıdır.153

Nefsin ölümü hakikate açılan kapıysa, kilit sözcük benlik’tir.

“Kim benlikten kurtulursa bütün benlikler onun olur.
Kendisine dost olmadığı için herkese dost kesilir.
Yokluk küheylânı, ne de güzel bir buraktır.
Yok olduysan seni varlık makamına götürür.” (Mesnevi, c.5 /555)


“Nefsini bilen Rabbini bilir” mutasavvıfların sıkça hatırlattıkları bir Hadis-i Şerif’tir. Bir diğer Hadis-i Kutsî de aynı hakikate işaret eder: “Ben insanın sırrıyım, benim sırrım onun sırrındadır.”

Sûfiler ilahî varlığı bilmeyi benlik gerçeğinin keşfedilmesine bağlar. Yokluk sırrını bilen, sonsuzluğu idrak eder. Benliğin karanlık zindanından kurtulan aydınlığa, hidayete, özgürlüğe kavuşur. 

“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır.” (Yunus Emre)

Yok, yok olursa, var olur!
Ego’nun yokluğunu idrak, düşünce ve hayal ile ilgilidir. Descartes benliğin var olduğu yanılgısına neden olan ‘düşünce’ konusunu gayet güzel açıklar. İnsana var olduğu hissi veren sadece düşüncelerdir.

Muhyiddin ibn-i Arabî’ye göre de varlığımız hayaldir:

“Âlem bir vehimden ibarettir; onun gerçek bir varlığı yoktur. Bu ise ‘hayal’ ile kastedilen şeydir. Yani sen hayalinde zannettin ki bu âlem kendi başına buyruk, kendi kendine oluşmuş bir gerçektir, mutlak Gerçek’ten hariç bir varlıktır. Hâlbuki hiç de öyle değildir...

Bil ki, senin kendin de bir hayalsin; idrak ettiğin her bir şey ve ‘bu ben değilim’ dediğin her bir nesne de bir hayaldir. Şu halde bütün varlık âlemi de hayal içinde hayaldir.”154


Bir gerçeği vurgulamalıyız; insan ne kadar okursa okusun, ne kadar zeki ve bilgili olursa olsun, benlik sorusu, genetik eğilimi olmayan birinin zihnini asla meşgul etmez. Hatta neden bahsedildiğine anlam bile veremez. Ne demektir benlik, elbette aynaya baktığım zaman gördüğüm, elim, ayağım, vücudum her şeyim, benim işte!

Çoğunluğun anlayışında bu kadar basittir, benlik bilinci keşfedilmesi gereken bir sır değil zaten bilinen ve üzerinde konuşmaya bile değmeyen anlamsız bir konu olarak görülür.

Genetik niteliğe sahip olanlar ise hiçbir açıklama ve özel eğitime gerek kalmaksızın bir gün, bir şekilde bu soruyu kendine sorar ve sonsuzluk yolunda spiritüel yolculuk böylece başlar.

René Guénon  genetik özelliğin önemini şöyle vurgular:

“İnisiyasyonun ilk şartı belli bir kabiliyet ya da tabii bir eğilimdir. Bu olmazsa bütün çalışmalar boşunadır, etkisiz ve sonuçsuz kalır, çünkü birey ancak başlangıçtan beri kendinde taşıdığı potansiyeli geliştirebilir. Kimilerinin ‘inisiyasyona girmeye elverişli olma (initiable)’ dedikleri bu kabiliyet tam anlamıyla bütün geleneklerce istenilen niteliktir.”155

İnisiyasyon "başlangıç, başlama" anlamına gelen biz sözcüktür. Ezoterik teşkilatlarda, üstadın irşadını kabullenme, o güne kadar öğrendiği bildiği, her şeyden vazgeçerek mürşide teslim olma anlamı taşır. Mürit artık yeni bir hayata başlamıştır ve bu yeni yaşamında ‘kardeşler’den başka kimsenin bilmemesi gereken sırlar vardır.

Bu kabul töreni ‘tekris’ veya ‘biat’ olarak adlandırılır. Pek çok batıni teşkilatta sadece büyük üstadın kabulü yeterli olsa da, masonlukta adayı ancak yedi birader inisiye edebilir.

Aslında tekris sözcüğü sadece başlangıç veya masonluğa girişi değil, eğitimi de kapsar. Dolaysıyla inisiyasyon, kardeşlik tarikatının bütün bilgilerini elde edene kadar devam eden bir süreçtir.

Üstat, hakikat yolunda öğrencileri eğitirken derecelerini dikkate alarak irşadı tamamlar. Bazı bilgiler sadece Havass’a mahsus olup avamın eline geçmemesi gerekir. Bunun iki temel sebebi vardır:

Birincisi, mücevher ancak onun değerini bilenlerin elinde kıymetlidir. Bilyelerle oynayan bir çocuğa paha biçilemez bir inci verildiğinde o bunun değerini idrak edemez, diğer adi oyuncaklar seviyesine indirir.

İkincisi, halk tabakası klasik din anlayışı ile bağdaştıramadığı sözleri din dışı (profan) sayar, en yüksek bir hakikati şirk, küfür olarak değerlendirir. Sadece kalp ve maneviyat ehlinin anlayacağı bir gerçek, akıl zindanına hapsolmuş insanlarla paylaşılamaz.

“Dudağını yumup söylemeyen, sırrı gizleyebilen, gayb sırrını öğrenebilir.”156

Avam, Hallac-ı Mansur’un Ene’l-Hakk sözünü şirk olarak algıladı, tevbe edip sözünü geri alması için çok baskı yapıldı. Ama O ‘hakikati nasıl inkâr edebilirim’ diyerek geri adım atmadı. Sonu hepimizce malum; Mansur idam edildi.

“Hallac-ı Mansur’un o nükteli Ene’l Hakk sözünün kavgası, gürültüsü, daha bu dünyada olmadan önce, biz ruh dünyasının Bağdat’ında Ene-l Hakk diyorduk.
...
Ene’l Hakk diyerek hakikate işaret ettiği için halk Hallac’ı anlayamadı da darağacına çekti. Hallac sağ olsaydı sırlarımın azametinden ötürü o beni darağacına çekerdi.”
(Mesnevi, c.3 / 1459)

Günümüz insanı da geçmişten pek farklı değildir. Halk her dönemde en doğrusunu bildiğinden çok emindir. Avamın bu eminliği Havass’ı gizli kalmaya mecbur eder. Mansur “Ene el-Hakk” derken ‘Hakk Ben’dir diyordu. Arapça ‘ene’ sözcüğü ben anlamına gelir. Ben, Yüce Yaratıcı’nın zatına işaret eden tek sözcüktür; çünkü O kendisini ‘Ben’ diye tanımlar.

Sesler ve harfler mahluktur. Yaratılmış olan hiçbir şey Yaratıcı’yı ifade edemez. Her dilde ‘Tanrı’ ismi veya ‘Ben’ zamirinin karşılığı sözcükler vardır. Ama sonuçta bunların hepsi ses tellerinin titreşiminden ibarettir, havada yayılan dalgalardır. Benzer şekilde kâğıt üzerine çizilerek yazılan harfler de mahluk (yaratılmış) olup üç boyutlu evrenin ürünüdür. Dolaysıyla hiçbir dilde, hiçbir harf ve ses grubu Yaratıcı’nın zatına işaret edemez, Sonsuz olan, sonlu bir evrenin sözcükleriyle tarif edilemez.

O’nun Zat’ına ait tek isim ‘Ben’ sözünün anlamıdır! İlahî ses Musa (a.s) Peygambere Tur Dağı’nda şöyle nidâ etti:

“Muhakkak ki Ben’im, Ben...” (İnnî ENE / Taha:12)

Kitab-ı Mukaddes’te de benzer şekilde anlatılır:

“Tanrı Musa’ya dedi ki: Ben Ben’im...” (Ahyah asher Ahyah / Exodus 3:13)

Sanskritçe ‘Atman’ gerçek benlik, öz ve birinci prensip anlamına gelir. Bütün dillerde aynı hakikat ‘Ben’e işaret eden bir sözcükle belirtilir.

“Ey Musa, muhakkak ki, âlemlerin Rabbi Allah Ben’im, Ben…” (innî ENE Allahu rabbul âlemîn / Kasas: 30)

“Şüphesiz ki Ben Allah’ım, Ben’den başka ilah yoktur.”
(İnnenî ENE Allahu lâ ilahe illâ ENE / Taha:14)

“Şüphesiz ki Allah Ben’dir...” diye tercüme edilse, elbette dil bilimciler bu çeviriyi kabul etmezdi.

Dilbilgisi kurallarının yetersiz kaldığı bir durumda avam ile iletişim kurma olanağı yoktur. Halk ‘ben’ deyince kendisini kasteder, birinci tekil şahıs herkese göre sadece kendisidir. Oysa Havass, nefsani benliğin bir yanılgı olduğunun farkındadır. Gerçekte tek bir ‘özne’ vardır.

“Sır sahibi olmak da ne demek? Sır bizzat sensin!
Sen mademki hayret âleminde ‘lillah’ sırrına mazhar oldun,
Ben de senin olurum. Çünkü ‘Kim Tanrı’nın olursa Tanrı onun olur.’
Sana bazen sensin derim, bazen de benim derim.
Ne dersem diyeyim, ben aydın ve parlak bir güneşim.” (Mesnevi c.6 / 1940)

Geleneğin yolunu takip ederek birlik hakikatini deneyimle bilen üstadlar benlik sırrını hep aynı şekilde anlatır:

“O yücelikte ben, biz veya sen yoktur. Ben, biz, sen ve O hep BİR’iz!... Muhteşem bir gazelde Mevlana Celaleddin Rûmi, Yegâne Nur’un bütün âlemde binlerce surette nasıl tecelli ettiğini ve daima aynı kalarak, her çağda beşeriyete O’nun şahitliğini yapan peygamber ve velilerin elbisesine nasıl büründüğünü şöyle tasvir eder:

Çarpıcı güzellik her an bir başka şekilde doğar, nefsi cezbeder ve kaybolur. Her an Biricik Sevgili bazen yaşlılığın, bazen de gençliğin yeni bir örtüsüne bürünür. Şimdi O, çömlekçi balçığının ta içine daldı; Ruh bir dalgıç gibi daldı. Sonra O, kalıba dökülmüş ve pişirilmiş çamurun derinliklerinden çıktı ve dünyada göründü. O Nuh oldu, O’nun niyazı sırasında âlem tufana tutulduğu halde O Nuh’un gemisine girdi. O İbrahim oldu ve O’nun uğruna gülistan olan ateşin ortasında göründü...

Sonra O İsa oldu ve Gökkubbe’ye yükseldi. Allah’ı saygıyla yüceltmeye başladı. Senin gördüğün her nesilde gelip giden hep O idi. Nihayet O, bir Arab suretinde zuhur etti ve âlemlerin sultanlığını kazandı. Gönülleri fetheden güzel bir kılıç oldu ve Ali’nin elinde göründü. Hayır, hayır! O insan suretinde ‘Ene-l Hak’ diye bağırandı da! Darağacına çıkan Mansur değildi, oysa anlamayanlar öyle zannetti. Nakledilen nedir? Gerçekte ruhun yolculuğu nedir? Rûmi inkara düşmedi, düşmeyecek de. O’ndan şüphe etmeyin!”
(Reynold A. Nicholson, İslam Sûfileri, s.130)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder