27-KAHİNLER ve KRALLAR

Tarihte iz bırakmış hemen her hükümdarın hayatında bir kâhine rastlanması ilginçtir; genellikle de kral olmadan önce! Cengiz Han, Napoleon Bonaparte, Kral Arthur ve daha pek çokları... 

Herkes gibi sıradan bir hayat yaşarken bir gün esrarengiz bir şahsiyet (büyücü veya spiritüel bir üstad, adına her ne derseniz) yoluna çıkar ve mukadder olan sırrı söyler. Sihirli değnek dokunmuş gibi hayatı değişen kahraman, söylenilene inandığı için mi kehanet gerçekleşir, yoksa zaten gerçekleşeceği için mi kâhin söylemiştir, tartışma konusudur...

Spiritüel anlayış doğuştan gelen genetik bir eğilimdir. Kitap okumakla veya araştırmakla elde edilemez. Bunu herkesin kişisel ilgi alanlarına benzetebiliriz. Örneğin, bir insanın tarihe meraklı olması, sürekli tarihi kitaplar okuması onun doğuştan gelen bir özelliğidir. Bir başkası da astronomiye ilgi duyabilir veya bitkileri incelemekten haz alabilir.

Ezoterik bilgilerin çekim alanına girenler ister istemez doğaüstü alanlara yönelir. Çoğu zaman kendileri farkına varmadan yolları metafizik ile kesişir ve ilginç kişiler karşılarına çıkar. Mustafa Kemal’in de böyle biriyle yolu Trablusgarb’da kesişti.

 
1911’de askeri okuldan yakın arkadaşı Fuat Bulca ile birlikte Libya’ya gittiğinde Kuzey Afrika tamamen kaybedilmek üzereydi. Osmanlı Devleti son bir umutla direnişi organize ederek İtalyan işgalini önlemeye çalışıyordu. Pek çok defa olduğu gibi bu önemli görevde de Mustafa Kemal’in kimliği gizliydi. Gazeteci Şerif Bey adıyla Mısır üzerinden Libya’ya geçti. Ömer Muhtar ve Şeyh Ahmet Sünûsi ile dostluk kurdu, bu vesileyle Şazeli tarikatını yakından tanıma fırsatı buldu. Sünûsi’nin hediye ettiği el yazması Kur’an-ı Kerim’i hep üstünde taşıdı. Yıllar sonra Ahmet Sünûsi bir Alman denizaltısı ile İstanbul’a gelerek millî mücadeleye destek verdiğinde Mustafa Kemal kendisini Meclis’e davet etti.


Libya’daki görevi sırasında, Binbaşı Enver Bey ve diğer bazı subaylarla birlikte Ahmet Sünûsi’nin emrindeki 900 adamı kısa sürede teşkilatlandırarak 16.000 kişilik eğitimli bir ordu kurdu. Her ne kadar tarihçiler tarafından askeri yetenekleri ön plana çıkarılsa da, Mustafa Kemal gizli görevler için yetiştirilmişti. Gerçek kimliğini saklama ve teşkilatçılık becerisi sayesinde bu zor görevin de üstesinden geldi.


O sıralarda herkes meşhur bir kâhinden söz ediyordu. El çizgilerine bakan bu ünlü bedevinin methini duyunca Ahmet Fuat ve Mustafa Kemal kendisiyle tanıştılar. Kâhin, Mustafa Kemal’in el çizgilerine bakar bakmaz karşısında sıradan biri olmadığını anladı: “Hükümdar olacaksın, tam 15 yıl.” dedi.


Mustafa Kemal ve Ahmet Fuat’tan çok kâhinin kendisi bu duruma şaşırmıştı. “ve minel garaib – bu garip bir şey” diyerek çadırını kapattı ve o gün başka kimseyi kabul etmedi. Aradan yıllar geçtikten sonra Gazi ağır hastayken Fuat Bulca “Paşam sağlığınız için artık içmeseniz” deyince, Atatürk bedevinin yıllar önceki kehanetini hatırlattı: 


“Arap vaktiyle söylemişti. Bizim hükümdarlık 15 yıl sürecektir. Hesapça bu son senemizdir.” 
 
Fuat Bulca o güne kadar sakladığı bu sırrı anlatmak için müsaade istedi, Atatürk izin verdi.

 
Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamındaki ilginçlikler bu olayla sınırlı değil, hayatında hiç görmediği büyücüler bile bir şekilde kendisiyle ilgileniyordu.

 
Şeytanın Bir Çocuğu
1875’te İngiltere’de doğan Aleister Crowley belki de tarihin en ünlü satanistidir. Annesi daha çocukken dine karşı tutumu yüzünden kendisine ‘The Beast (Canavar)’ diye seslenirdi. Canavar, Kutsal Kitabın ‘Vahiy’ bölümünde 666 sayısı ile tanımlanan Deccal’i simgeler. İsyankâr Crowley annesinin taktığı bu lakabı pek sevdi, ileriki yıllarda da memnuniyetle kullandı. Gelecekte şeytana sadakatle hizmet edeceğini daha küçük yaşlarda belli etmişti.

 
Okültizm ile yakından ilgilenen Aleister Crowley kısa zamanda büyü alanında uzmanlaştı. Pek çok satanist tarikata girdi, bazılarının büyük üstatlığına kadar yükseldi. Aslında buna ‘alçaldı’ demek daha doğru olur. Zira iblise hizmet yolunda yapılan ritüeller normal insanın kaldıramayacağı kadar mide bulandırıcı işlerdi. Hedonist yaşam felsefesinde uyuşturucu, cinsel sapıklık, insanları şeytana kurban etme ve masum kanı akıtma meşru sayılıyordu. Yeni çağın dini adını verdiği ‘Thelema’nın temel yasasını ‘Canın ne istiyorsa yap’ şeklinde özetledi. Kendini de bu dinin peygamberi ilan etti.

 
1934’te mahkemede kara büyü ve satanist faaliyetlerden yargılanırken rezillikleri ortaya dökülünce herkes kelimenin tam anlamıyla şok olmuştu. Yargıç şaşkınlığını şu cümlelerle dile getirdi:

 
“Kırk yıldan fazla bir süredir yasaların bir şekilde uygulanmasıyla meşgulüm. Akla gelebilecek her günahı bildiğimi sanıyordum. Kötü ve ahlaksız olan her şeyin benim zamanımda veya daha önce işlenmiş olduğunu düşünüyordum. Bu davada anladım ki, yaşadıkça daha öğreneceğimiz çok şey var. Hayatım boyunca, kendini yaşayan en iyi şair olarak niteleyen bu adamın yaptığı kadar rezil, korkunç, sapık ve iğrenç şeyler işitmedim.” (Justice Swift, in Crowley’s libel case. The United Press, 13 April 1934 "Confessed Genius Loses Weird Suit" The Pittsburgh Press)


Yarım asırlık meslek hayatında her türlü katil, manyak ve psikopatı görmüş olan yargıç bile Aleister Crowley’nin rezaletleri karşısında donup kalmışsa, daha fazla detaya girip zihinleri bulandırmayalım. Ama bazı ritüellere temas etmek zorundayız. Şeytana tapınma ayinlerinde kullandığı cinsel ilişki yöntemleri sapıklığın da ötesindeydi.
 
Crowley, Yeni Çağ’da dünya krallığını kuracak olan iblisi yeryüzüne getirmek amacındaydı. İnsan bedeninde doğacak olan bu çocuk, Hristiyanlarca Anti-Christ (İsa düşmanı) olarak adlandırılan Deccal’den başkası değildi. Fantazi sınırlarını da aşan bu projesine inanmakla kalmıyor, o çocuğun babası olmayı hayal ediyordu.


Aslında bu fikrin patenti Yahudilere aittir. Crowley’den çok daha önce şeytanları yeryüzüne insan formunda getirmeye çalışan Talmudik hahamlar vardı. Tarihi milattan önceki devirlere kadar uzanan Talmud yazarları insan formunda canlılar yaratılabileceğinden bahseder. Bu ekolden biri olan Prag’lı Judah Loew ben Bezalel büyü vasıtasıyla bir ‘Golem’ yarattığını iddia etti. Golem, günümüzde daha çok çizgi filmlerde görünen, insandan daha iri ve güçlü, ama kafası pek çalışmayan, konuşamayan, önüne çıkanı öldüren ilkel bir yaratıktır.
 
16. yüzyılda Kutsal Roma Germen İmparatoru II. Rudolf’un anti-semitik baskılarına karşı Yahudileri korumak amacıyla üretilen Golem’in adı Yossele (Josef) idi. Haham bu işi çamur ve özel büyü marifetiyle başardığını açıkladı. Kutsal şabat (yedinci gün) hariç görev yapan Golem’in fişi daha sonra bir vesileyle çekilerek yer altında özel bir bölüme gömüldü. İleride Yahudilere karşı bir saldırı olursa tekrar kullanılmak üzere muhafazaya alındı. Haham’ın bu işin formülünü haleflerine bırakmış olması muhtemeldir.

 
Aleister Crowley bütün bu maji yöntemlerini gayet iyi bilmekle kalmıyor, en üst düzeyde uygulamalar da yapıyordu.

 
İblisleri veya ölüleri başka bedenlerde tekrar canlandırma büyüleri sadece Yahudilere has bir teknik değildi. Eski Mısır uygarlığına kadar uzanan mumyalama geleneğinin amacı herkesçe malumdur. Ölülerin gelecek bir zamanda tekrar dirileceğine inanılıyordu. Binlerce yıl boyunca mistik bir efsane olarak algılanan bu inancın nasıl gerçekleşeceği hakkında kimsenin bir fikri yoktu.

 
Ta ki 1997’de ilk genetik klonlama başarıyla gerçekleştirilene kadar!
Bilim insanları dini inançları göz ardı etmese de, laboratuar işlerine pek karıştırmazlar. Ama mumyalamanın bilimsel bir amacı olabileceği fikri ilk defa bu kadar net şekilde ortaya çıkınca durum değişti. Eski çağlarda doku parçalarından ölüleri diriltme büyüsü yapmaya çalışanların bir bildiği mi vardı? Bir gün bu işin başarılacağını bildiklerinden mi cesetleri mumyalayarak binlerce yıl hücrelerin canlı kalmasını sağladılar?
 
Eğer sadece dini saplantıdan dolayı ölülerin mucizevî bir şekilde gelecekte tekrar dirileceğine inanıyor olsalardı, mumyalamaya ne gerek vardı? Adı üzerinde; mucize! Nasıl olsa canlanacak, der gömerlerdi. Ama öyle yapmadılar. Özel kimyasallar ile, günümüz tıbbını bile hayrette bırakacak başarılı tekniklerle binlerce yıl sonrasına DNA örneği ulaştırdılar. Pek çoğumuza uçuk bir teori gibi görünse de, bilimsel açıdan artık bu mümkün; firavunlar klonlanarak tekrar diriltilebilir!

 
Demek ki eski Mısırlıların bir bildiği varmış...

 
Aleister Crowley’nin de bildiği bazı şeyler vardı. Sapıklık olarak görünen cinsel ritüellerin arkasındaki şeytani felsefeden toplumun habersiz olması doğaldı. Ama doğal olmayan şey, 2 Mayıs 1937’de Deidre Patricia Doherty’den doğan oğluna ‘Atatürk’ adını vermesiydi. Üstüne üstlük bir şiirini de Mustafa Kemal’e ithaf edince olay daha da garip bir hal aldı;

 
Gone are the ghosts and gods (Gidenler hayaletler ve tanrılardı) cümlesiyle başlayan şiirini, kendi kurduğu dinin tek kuralı ile bitirdi:

 
Do what thou wilt! (Canın ne istiyorsa yap)

 
Bu ilginç durum hakkında bugüne kadar yapılabilen tek yorum, Aleister Crowley’nin Atatürk’e hayran olduğu, bu yüzden oğluna onun adını verdiğidir. Bildiğimiz kadarıyla hiç Türkiye’ye gelmemiş, hayatında Atatürk ile hiç karşılaşmamış bir satanist neden hayran olsun ki? Üstelik Atatürk o yıllarda locaları kapatmış, masonlarla savaş halindeyken...

 
Crowley hiçbir zaman muntazam bir locaya kabul edilmedi, kural dışı bazı yapılanmalarda yer alıp kendini mason ilan etti. Ucu Fransa Büyük Doğu Locası’na uzanan sahte mason biraderleri Atatürk’ü ortadan kaldırma planları yaparken, Crowley’nin de Mustafa Kemal’e ilgi duymasında şaşılacak bir taraf yoktur.

 
Şeytana tapınan bu şahsın kadınlarla ilişkileri hiçbir zaman normal aile gibi olmadı. Deidre Patricia ile sanki sipariş üzerine anlaşmış gibiydi. Ondan bir önceki kadın psikedelik uyuşturucular yüzünden halüsinasyonlar görüyordu. Crowley’nin kendisi de halüsinojen bağımlısıydı. Kadın yokluğunda Patricia kendisi geldi ‘istediğin çocuğu ben doğurabilirim’ diye! Yani Crowley’nin çocuk deneyi için taşıyıcı anne rolünü gönüllü üstlendi. Zaten doğumdan sonra da pek görüşmediler.

 
Kaç kadınla ilişkiye girdiği tam olarak bilinmese de sayının oldukça yüksek olduğu tahmin ediliyor. Onun gözünde kadın ‘Scarlet Woman’ idi. Kötü, ahlaksız kadın olarak tercüme edebiliriz. Bu öylesine söylenmiş bir adlandırma değildir. Kitab-ı Mukaddes bu kadından bahseder:

 
“Melek beni Ruh ile çöle götürdü. Kızıl bir canavarın üstünde oturan bir kadın gördüm. Canavar baştan başa sövgü adlarıyla doluydu. Yedi başı on boynuzu vardı. Kadın ise kırmızı giysiler kuşanmıştı. Altınla, değerli taşlarla, incilerle bezenmişti. Elinde altın bir bardak tutuyordu. Bu bardak rastgele cinsel ilişkilerinin iğrenç, kirli işleriyle doluydu.” (Vahiy 17:3/6)

 
Aleister Crowley kendisini canavar ile özdeşleştirdiği için ona çocuk verecek olan da, Kutsal Kitap’ta sözü edilen ‘ahlaksız kadın’ olmalıydı. Daha derine inmeden şöyle özetleyelim; Crowley, çocuğu maji gereği ‘Aleister Atatürk’ olarak adlandırdı. Yani oğlunun isminde kendi adı ile Atatürk’ü birleştirdi.
Ama sonuçtan pek memnun kalmamış olacak ki bu isimden daha sonra vaz geçildi. Hayatının sonuna kadar Randall Gair Crowley adını kullandı. 2002’de öldüğünde resmi evrakta Randall Gair Doherty olarak kaydedildi ve şu not düşüldü:

Önceki adı: Aleister Attaturk
Önceki adı: Aleister MacAlphine
Doğumu: 2 Mayıs 1937, Newcastle-on-Tyne
Ölümü: 20 Kasım 2002, Chalfont St. Peter, Bucks

 
Pek çok okuyucu açısından bu bilgiler şaşırtıcı olabilir. Ama Atatürk’ü şaşırtmadığı kesindir. Olağanüstü durumlar Mustafa Kemal’in hayatında sıradan olaylardı. 1929 yılında ziyaretine gelen Hindistanlı bir maharaja (prens) bir halı hediye etti. Aslında bir duvar halısı veya seccade demek daha doğru olur.




Mustafa Kemal Pera Palas Otelinin 101 numaralı odasını uzun zaman ofis gibi kullanmıştı. İstanbul’un işgal edildiği yıllarında evi gözetim altında olduğu için bazı görüşmelerini otelde yapardı. Bu geleneği Cumhurbaşkanı olduktan sonra da devam ettirdi. Hintli Maharaja'nın armağanı halen Pera Palas'taki odada muhafaza edilmektedir. Halı üzerindeki 10 adet kasımpatı çiçeği ve 09:07’yi gösteren saat, ölüm vaktiyle ilgili bir mesaj mı, yoksa sadece bir tesadüf müydü?! Bilemiyoruz... Halıyı hazırlayan esrarengiz şahıs hakkında herhangi bir bilgi bulunamadığı gibi, Atatürk ile Maharaja'nın neler konuştuğu da meçhuldür.

   
Gazi Mustafa Kemal 1935’te adını ‘Kamal’ olarak değiştirerek bilmeceyi biraz daha ilginç hale getirdi, gizemlerine bir gizem daha ekledi. İlk nüfus cüzdanındaki adı ‘Kemal’ idi.
 
4 Şubat 1935 tarihli Ulus gazetesi ‘Kamal’ adının öz Türkçe ‘kale’ veya ‘ordu’ anlamına gelen bir sözcük olduğunu duyurdu. Ancak bu doğru değildi. Nitekim bir süre sonra bu konu kapatıldı. Kamal sözcüğünün Türk dilinde herhangi bir anlamı olmadığı Türk Dil Kurumu’nun web sitesinde görülebilir. 

Bazen olay bütün basitliğiyle önümüzde dururken biz insanlar sorunu kendimiz yaratırız. Oysa çoğu zaman en doğru yol, en kolay olandır. Kamal Sanskritçe bir sözcüktür; "Nilüfer Çiçeği" anlamına gelir. Kadim Hint dilinde Kamal (Lotus) Geleneğin temelini oluşturan "Aydınlanma" kavramını simgeler.

3 yorum:

  1. Sinan meydan ile akrabalık var mı kardeş

    YanıtlaSil
  2. Atatürk'ün falına 1911 tarihinde bir Bedevi tarafından bakıldığını birçok kitapta okudum.Gizemli bir şey.Çözülmesi zor ama gerçek.

    YanıtlaSil
  3. Yasaklar kalkarsa yorum yapılır yoksa atatürkçüler ertesi gün kapını çalarlar.

    YanıtlaSil