26-KUTSAL KİTAP

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla...
İçlerinden zulmedenler bir yana, ehli kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin, ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da birdir, ve biz O’na teslim olmuşuzdur!” (Ankebût, 46)


***
 
Hristiyan âlimler İsa (a.s) İnsanoğlu mudur, yoksa Tanrı’nın oğlu mudur, tartışmasını yapsa da, kesin olan şudur ki; İsa Mesih hiçbir zaman ilahlık iddiasında bulunmamıştı;

“Ve Allah şöyle buyurduğu zaman: Ey Meryem oğlu İsa, sen mi o insanlara ‘Beni ve anamı Allah yanında iki ilah edinin’ dedin? ‘Haşa’ dedi, sen her türlü eksikliklerden münezzehsin ya Rab! Benim için gerçek olmayan bir sözü söylemem bana yakışmaz. Eğer söylemiş olsaydım elbette sen bilirdin. Sen benim içimde olanı bilirsin, ben ise senin zatında olanı bilmem. Şüphesiz sen, gaybı en iyi bilensin.” (Maide, 116)

İsa (a.s) açık bir şekilde, ne kendisini ne de annesini ilah edinmelerini söylemediği halde Hristiyanlar bunu nereden çıkarıyor, Kutsal Kitap’tan mı? Fakat, Kitab-ı Mukaddes’in hiçbir yerinde ‘Ben Tanrıyım’ dediği tek bir cümle yoktur. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim ile Kitab-ı Mukaddes arasında çelişki yoktur diyor ve bir adım daha ileri gidiyoruz; Müslümanlar yıllarca başka bir aldatmacanın daha kurbanı oldular.

Hangi İncil?
Kutsal Kitap, Hristiyanlara göre Eski Ahit ve Yeni Ahit olmak üzere iki bölümden oluşur. Yeni Ahit, İsa (a.s) ile gelen tebliğdir. Yahudiler Yeni Ahdi kabul etmezler, onlara göre anlaşmanın eskisi veya yenisi olmaz, çünkü Tanrı ahdinden dönüp yeni bir ahit yapmaz. Buna karşı Hristiyanlar ‘Eski Ahit sadece Yahudilere, Yeni Ahit ise bütün insanlığa gelen mesajdır’ derler. Müslümanlar bu kavganın dışında kalarak her ikisini de Peygamberlere vahyedilen orijinal kitapların tahrif edilmiş hali olarak görürler. Müslümanların büyük kısmı Eski Ahit’in muharref Tevrat, Yeni Ahit’in ise tahrif edilmiş İncil olduğunu zanneder.
Bu doğru değil. Tevrat (Tora) Eski Ahit’in sadece bir bölümüdür. Yeni Ahit ise Kur’an-ı Kerim’in sözünü ettiği İncil değildir. İncil, doğrudan Allah’ın kelamı olan Kur’an ve Tevrat gibi bir vahiydir. Sorun şu ki, ortada adı İncil olan bir kitap yok, Hristiyanların da böyle bir iddiası yok!
 
Müslümanların dört İncil olarak bildikleri kitaplar, İsa (a.s) ile birlikte yaşamış veya O’nun havarilerinin anlattıklarını dinleyen öğrencilerin yazdıkları metinlerdir. Dolaysıyla Kur’an-ı Kerim’de bahsi geçen İncil değildir ki tahrif edilmiş olsun. Zaten bu kitaplar yazarların adıyla anılır: Matthew (Matta), John (Yuhanna), Marcos, Lucas...


‘Müjde’ anlamına gelen ‘evangel (incil)’ sözcüğü Hristiyanlara göre İsa’nın yaşamı ve öğretisidir. Kitab-ı Mukaddes, O’nun hayatını ve sözlerini aktaran öğrencilerin yazmış oldukları metinlerden oluşur. Bu yüzden de İncil değil ‘Kutsal Kitap’ demek daha doğru olacaktır. İsa’ya inanan bu ilk insanlar Peygamberimizin (s.a.v) ashabı ile aynı konumdadır. Pek çok Müslüman, dini öğrenirken Ömer (r.a) kadar Aziz Yuhanna’ya da saygı duyulması gerektiğinin henüz bilincinde değil. Unutulmamalıdır ki, İslam öncesi dönemde yeryüzünde hak dini havariler temsil ediyordu. Yani bugün İsa Peygamberin öğrencilerine İncil’i tahrif ettiler diyerek saygısızlık etme cüretini gösteren Müslümanlar, eğer o devirde yaşasalardı, yine o havarilere tabi olmak zorundaydı. Ama nedense Aziz Peter adı günümüz Müslümanına Ebu Bekir (r.a) ismi kadar sempatik gelmiyor.


Her ne kadar orijinal veya muharref bir İncil elimizde olmasa da, Kutsal Kitap’ta Havarilerin İsa Peygamberin ağzından aktardığı bölümlerde Kur’an-ı Kerim’in sözünü ettiği İncil’e ait âyetlerin bulunması pekâlâ mümkündür. Peygamberimizden (s.a.v) nakledilen sözler ‘vahiy’ ve ‘hadis’ olarak ayrı ayrı kaydedildi. Ancak havariler bu ayrımı yapmadan kaydettikleri için Kutsal Kitap’ta İsa Peygamberin kendi sözleri ile vahyin birlikte bulunması doğaldır.

 
Bu kadarcık yorum bile bazılarının gerilmesine neden olduysa iblisin işini iyi yaptığını itiraf etmeliyiz. Şeytanın tuzakları insanları bölüp, parçalayıp savaştırmak üzerine kuruludur. Bu tuzağa düşenler birleştirici sözlerden hiç mi hiç hoşlanmazlar. Tıpkı Hristiyanlar gibi, Müslümanlara da küçük yaşlardan itibaren sadece kendilerinin cennete gideceği fikri aşılanır.


“Şüphe yok ki iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiîlerden her kim Allah’a ve ahiret gününe iman eder ve salih amel işlerse, elbette bunlara Rableri yanında mükâfat vardır, onlara bir korku yoktur ve mahzun olmayacaklardır.” (Bakara, 62)


Kur’an-ı Kerim sadece ehli kitap olan Yahudi ve Hristiyanların değil, yıldızlara (veya meleklere) tapanların bile Allah’a ve ahiret gününe inanıp faydalı iş yaptıkları takdirde kurtuluşa ereceğini şüpheye yer bırakmayacak bir açıklıkla belirtir. 


"Şüphesiz ehli kitab içinden öyleleri vardır ki, Allah'a iman ettikleri gibi Hakk'a boyun eğerek kendilerine indirilene de, size indirilene de iman ederler. Allah'ın âyetlerini değersiz bir menfaate satmazlar. İşte onlara Rab'leri katında mükâfat vardır, şüphe yok ki Allah hesabı çabuk görendir." (Âli İmran, 199)


Kendisinden başka kimseyi cennete layık görmeme hezeyanı, her din içinde yer alan bağnaz kesime has bir kibirdir. İkilik iblisin, birlik peygamberlerin yoludur. Birilerinin hoşuna gitmese de Musevî, Muhammedî ve İsevî din aynıdır. Bu yüzden dinler arası görüşmeler yaparak orta bir yol bulma çabası anlamsızdır. Böyle bir düşünce, birbirinden ayrı dinlerin varlığını kabul anlamına gelir ki, bu tek olan hak dinin ruhuna aykırıdır. Kutsal metinlere göre Tanrı birdir ve O’nun birliğini bildiren Peygamberlerin hepsi haktır. Bunun ötesinde icat edilen din isimleri insanların ürünüdür.

“Doğrusu inananlar, Yahudiler, Sabiîler ve Hristiyanlardan Allah’a ve ahiret gününe iman eden, yararlı iş yapan kimselere korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Maide, 69)


Kur’an bu niteliklere haiz olan herkesi kurtuluşa ermekle müjdelemektedir. Demek ki ‘kâfir’ olarak nitelenenler, bu tanımın dışında kalanlardır.

 
Elbette bu açıklama geçimini din üzerinden sağlayanların hoşuna gitmeyecektir. İnsanları, hasbelkader doğmuş oldukları bir toplumda babadan miras devraldıkları dinden dolayı kolayca cennete gönderirken, dünyanın geriye kalanını da cehennemlik ilan eden bağnaz hocalara mukabil, hakikati konuşan gerçek âlimler de her zaman var olmuştur;


“Hem insanlık âleminde Allah’ın varlığını inkâr niyetiyle medeniyet ve beşeriyetin mukaddesatını perişan eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve ‘Müslüman İsevîleri’ unvanına layık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, insanlığı Allah’ı inkârdan kurtaracak.”15

 

Hristiyan din bilginlerinden de bu durumun farkında olanların sayısı az değildir. İsa Peygamberin birinci havarisi Aziz Peter’in “Sizin sürünüzden olmayan kuzularım var” var sözünü tasdik eden Papa XI. Pius, Libya’ya atadığı gayriresmî Vatikan elçisi kardinal Facchinetti’ye şöyle demişti:

“Kâfirlerin arasına gittiğini zannetme. Müslümanlar mağfireti ilahiyeye mazhardırlar. Kadiri Mutlak’ın yolları sonsuzdur.”16 (L’Ultima Anno VIII, 75-76, s.261, Floransa 1954)


Kutsal Kitapların gerçekten Kutsal olduğuna vurgu yaptıktan sonra kaldığımız yerden devam ediyoruz. Kitab-ı Mukaddes’ten kastımız büyük ölçüde Yeni Ahit olsa da, Eski Ahit’e ait bölümlerden de yararlanacağız. 



“Aksi kanıtlanana kadar her şeye inanırım. Yani perilere, efsanelere, ejderhalara... Sadece sizin zihninizde olsa bile, hepsi varlar. Kim kâbusların ve düşlerin en az şu an ve burası kadar gerçek olmadığını iddia edebilir?”  
– John Lennon


Tanrıların Çocukları
Zeus, Apollon, Hera, Poseidon… Yunan mitolojisine göre bu tanrıların kimi erkektir kimi dişi; yerler, içerler, savaşırlar, evlenirler, çocukları olur, her türlü entrikayla iç içe yaşarlar...


Sık sık insanlardan kendilerine tapınmalarını, kurban vermelerini isterler. İnsanları korkutmayı başardıkları da bir gerçektir. Örneğin, yolculuktan önce orman tanrıları hoşnut edilmelidir ki bir satir karşınıza çıkıp zarar vermesin. Satir’ler, boynuzlu insan keçi karışımı, uzun sivri kulaklı, kuyruklu ürkütücü yaratıklardır.


Eğer denize açılacaksanız deniz tanrısı Poseidon ile arayı iyi tutup kendisine birkaç kurban sunmanızda yarar var, aksi halde sert bir fırtınayla teknenizi batırır, perişan olursunuz.


Tanrılar âdeta iş bölümü yapmış gibidir, zaman zaman birbirinin nüfuz alanına müdahale edince çatışma kaçınılmaz olur, böyle durumlarda en büyük tanrı Zeus devreye girer. Her ne kadar en güçlüleri olsa da, onun da diğerlerinden pek farkı yoktur. Bir gün insan kılığına girerek Miken kralının kızı Alkmene ile birlikte olmuş ve yarı tanrı, yarı insan olan Herkül bu ilişki sonrası doğmuştur.

Mitolojiye göre bu tanrı-insan çiftleşmelerinden genelde mutantlar, insan hayvan karışımı garip yaratıklar doğardı. Ama bazıları da aynı insan gibi olurdu, tıpkı Herkül ve Akilleus gibi. Tanrısal soydan gelen bu kişiler olağanüstü güçlere sahiptiler. Savaş tanrısı Apollon’un oğlu olan Akilleus asla yenilmezdi, insanlar ondan korkardı.


Üstün ırk olmaları nedeniyle toplumu yönetme hakkı bu tanrısal soya aitti. Demek ki kendisini ‘ilah’ olarak tanıtan krallar, firavunlar bunu sadece kibirden veya mecazi olarak söylemiyordu, ellerinde şecere vardı. Pek çok kral, babam, onun babası diye bütün dedelerini sayarak soyunu Akilleus’a ondan da tanrı Apollon’a dayandırıyordu.


Günümüz insanına garip gelse de bu soydan olanlar, bugün bile en az iki bin yıl önceki ataları kadar tanrıların çocukları olduklarına emindirler. Bir farkla ki, eski çağlarda bunu açıktan ilan ederken, son birkaç yüzyılda –kendi icatları olan– materyalizm modasına uygun şekilde gizlenmeyi tercih etmektedirler. İnsanları artık var olmadıklarına inandırmış bulunuyorlar. Hem de dini kaynaklara rağmen!


“Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı, kızlar doğdu. İlahî varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler.
...
Tanrısal varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller vardı. Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi.”(Yaratılış, 6/1)


Bu cümleler Yunan mitolojisinden değil, Eski Ahit’in ilk kitabı Tevrat’tan...

Aynı mitolojideki gibi insan-tanrı çiftleşmesinden pek çok dini kaynak bahseder. Enoch’un kitabında, yeryüzüne inerek insanlar arasına karışan melekler detaylı olarak anlatılır. Dünya dışından gelen doğaüstü varlıklara ilişkin rivayetler Amerikan yerlilerinden Uzak Doğu’ya kadar hemen her toplumda vardır. Birbirinden binlerce kilometre uzakta, tamamen kopuk olan halkların hepsi aynı efsaneleri nakletmekte, büyük tufandan söz etmektedir.

 
Sadece dini kitaplar değil, dünyanın en eski yazılı belgeleri olan Sümer tabletlerindeki Enki hikâyeleri de bu rivayetlere çok benzerdir. Sanki insanlık tarihi, dünya dışından gelen ve çoğu zaman, melek, tanrı, cin olarak adlandırılan bu ilginç varlıkların insanlarla temasa geçmesiyle başlamış gibidir.

Öncesinde hayat son derece basitti. Bilimsel verilere göre, 12.000 yıl önce buzul çağı sona erene kadar insanlar küçük gruplar halinde yaşar, kemik ve taştan yaptıkları sivri aletlerle avlanırlardı. Tarım yoktu, dolaysıyla toprağı sahiplenme bilinci de yoktu. Hayvan sürülerini takip eden ‘homo sapiens’ mağara ve doğal sığınaklarda yaşardı.


Her ne olduysa 12.000 yıl önce oldu. 70.000 yıl önce Afrika Kıtası’ndan çıkarak yeryüzüne dağılan biyolojik atalarımız, on binlerce yıl boyunca masa-sandalye gibi en basit eşyaları bile icat edememişken birdenbire mabed inşa etmeye başladılar. Bilinen en eski yapı olan Urfa Göbeklitepe tapınağının 11–12 bin yıl önce inşa edildiği hesaplanıyor.


Bilim, yakın zaman öncesine kadar insan yaşamındaki bu ani değişimi buzul çağının sona ermesine bağlıyordu. Göçebe yaşayan toplulukların, buzul çağı sonrası toprağın ekilebilir hale gelmesiyle tarımı keşfettiği ve yerleşik hayata geçtiği biliniyordu. 7-8 bin yıl önce başlayan tarımla birlikte barınaklar, el aletleri, eşyalar geliştirdiler. Arkeolojik bulgular da bu tezi doğruladığı için her şey tutarlı görünüyordu. Göbeklitepe’nin keşfine kadar bilinen en eski kalıntılar günümüzden 6000 yıl öncesine ait (Malta tapınakları gibi) megalitik yapılardı. Göbeklitepe’nin keşfi bilim dünyasını karıştırdı. Henüz tarımın başlamadığı, yerleşik hayata geçilmediği bir dönemde insanlar bu tapınağı nasıl yaptılar? Daha da önemlisi ‘neden’ yaptılar?


Bilimin yetersiz kaldığı konularda her zaman mistik açıklamalar devreye girer. Aslında bu kaynaklar hep vardı, ama sıradan dini hikâyeler olarak görüldüğünden önemsenmedi. Araştırmalar bir noktada tıkanınca tozlu raflardan eski kitapları indirmek kaçınılmaz oldu. Efsaneler, tarih öncesi bir dönemde yeryüzüne inerek insanların hayatını aniden değiştiren dünya dışı varlıklardan söz ediyorsa, buna ilgisiz kalınamaz.


Eski Ahit’te geçen ‘nefil’ sözcüğünü bazı kaynaklar ‘dev’ olarak tercüme etmiştir. Bu tercüme sebebiyle tarih öncesi çağlarda yeryüzünde devlerin yaşadığına inanılmıştır. Oysa nefil (çoğulu nefilim–nefiller) İbranice ‘düşmüş, aşağıya indirilmiş’ anlamına da gelmektedir. Hatırlayacaksınız; hani şu Yeni Ahit’te sözü edilen göklerdeki savaşta yenildikten sonra yeryüzüne düşen yılanın soyu...


Her ikisinin de beyanı birbirine çok yakın olmakla birlikte arada ilginç bir tezat göze çarpar. Yeni Ahit’in ‘şeytanlar’ dediği bu familya Eski Ahit’te ‘tanrısal varlıklar’ olarak karşımıza çıkıyor. Aslında bu bir çelişki sayılmamalıdır. İblis Tanrı ile münakaşaya girişip isyan ettiğinde kendisinin insandan üstün olduğunu iddia etmişti;


“Sonra meleklere: Adem’e secde edin, dedik.
İblis müstesna secde ettiler. O secde edenlerden olmadı.
(Allah) dedi ki: Sana emrettiğim zaman, senin secde etmene mâni olan nedir?
(İblis) dedi ki: Ben ondan hayırlıyım; (çünkü) onu çamurdan, beni ateşten yarattın.
(Allah) dedi ki: Öyleyse oradan in! Burada senin büyüklenmen olmaz. Çık! Muhakkak sen aşağılık olanlardansın.
(İblis) dedi ki: Bana diriliş gününe kadar süre ver.
(Allah) dedi ki: Şüphesiz sen, süre verilenlerdensin.” (Araf, 11-18)

 

İddiasında haklı olduğunu kanıtlamak için iblis insanların kendisine tapınmasını sağlayacak, böylece üstün olduğunu ispatlamış olacaktı. Nitekim tanrı olduğuna inandırmayı başarır da!
 

“Muhakkak iblis, insanlar üzerindeki zannını doğruladı. İnananlardan bir kısmı hariç ona (iblise) tabi oldular.” (Sebe, 20)

Eski Ahit ve Enoch’un kitabında, gökten yeryüzüne atılarak cezalandırılan melekler ve onların insanlarla çiftleşmesi sonucu doğan hibrid ırktan pek çok defa bahsedilir. Kendilerini ‘tanrıların çocukları’ olarak adlandıran bu familya dünya krallığının onlara doğuştan gelen bir hak olduğuna inanır. Çünkü kendilerine kıyasla insanlar hayvan gibidir. Bir insanla maymun arasındaki fark ne ise, bu elit soy ile de insanoğlu arasındaki fark öyledir. Her ne kadar dış görünüşleri aynı olsa da, üstün olduklarına inançları tamdır. Bu yüzden sadece kendi aralarında evlenerek kanlarını korumaya özen gösterirler.


Sürüngenlerin ataları olan mitolojik tanrılar, kutsal kitapların sözünü ettiği şeytan türüne pek benzemektedir. İslam kaynaklarında yer alan cin taifesi ile mitolojinin tanrıları aynı gibidir. Tek farkla ki, mitolojik tanrılar ölümsüzken, İslam bilginlerine göre cinler birkaç bin yıl yaşar. Bu da önemli bir fark sayılmaz. Sonuçta eski çağlarda insanlar tanrıların varlığını büyük büyük babalarından beri yüzyıllardır dinleye geldiklerinden ölümsüz sanmış olmaları doğaldır.


Filozof Platon bu tanrılardan Poseidon’un 9000 yıl, yani günümüzden 11.000 yıl önce insanlardan bir kadını eş olarak seçip Atlantik Okyanusu’nda Atlantis isimli o efsanevi şehri kurduğunu anlatır.

 
Bu şehirde çoğalan tanrısal(!) soy daha sonra denizin dibine batırılsa da bazılarının kurtulduğunu, Nil havzasına gelerek kadim Mısır medeniyetini kurdukları rivayet edilir. Helen uygarlığının temelinin de eski Mısır’a dayandığı dikkate alınırsa Platon’un bu bilgileri Mısır kaynaklarından edindiğini tahmin etmek zor olmaz. Ne tesadüftür ki, Mısır firavunları da hep tanrı olduklarını iddia etmişti.



“Sonra gökten inen bir melek gördüm. Elinde derinlerin anahtarı ile uzun bir zincir var. Ejderi, şu eski yılanı -iblistir, şeytandır o- yakalayıp bin yıllık süreyle bağladı.” (Vahiy, 20:1-3)


Sahte Mesih
İblisin Lejyonu insanoğluna savaş ilan ettiğinden bu yana hile ve yalandan başka bir yöntem kullanmadı. Deccal’in hilesi de kendisini İsa Mesih olarak tanıtmasıdır. Peki, bunu nasıl başaracak?!


İnsan doğası gereği kendini hep haklı görür, çünkü mayasında doğruluk vardır. Her zaman kendi tarafında olanı doğru zanneder ve karşı tarafla çatışma eğilimindedir. Kutsal Kitap insanın bu zaafını açıkça belirtir:


“Şeytan da nur meleğinin görünümüne bürünür. Onun için, şeytana hizmet edenlerin de doğruluğa hizmet edenler görünüşüne bürünmelerinde şaşılacak bir şey yok!”18


Bu durumda sahte Mesih için gizlenecek en uygun yer tabii ki Yahudi toplumu olacaktı. Çünkü gerçek Mesih oradaydı.


“...Hiç kuşkusuz melekler gibi olmayı istemedi. Bunun yerine İbrahim soyundan olmayı diledi. Bu nedenle her bakımdan kardeşleri gibi olması gerekti. Öyle ki, Tanrı yolunda merhametle dolu, güvenilir bir başrahip olsun, halkın günahlarını gideren affı sunsun.”18


Sahte Mesih’in can düşmanı Peygamber soyu ile savaşmak için Yahudiler arasına karışması makuldür. İlginç bir şekilde yeryüzünde dinsizlik ve ahlaksızlığın öncüsü hep “şeytanın sinagogu” olmuştur. Hem Hristiyanım deyip hem de Tanrı’yı inkâr eden biri görülmemiştir. Ama Yahudi olduğunu söyleyen ateist sayısızdır.


Yahudi, önce insan emeğini sömüren kapitalizmi icat eder, sonra kapitalizmin ezdiği işçinin hakkını koruma gerekçesiyle dinsizliği musallat eder. Halkı özgürleştirmek bahanesiyle devlete karşı kışkırtır, devrim yaptırır, fakat sermayenin kölesi yapar. Nerede faiz, tefecilik, ahlaksızlık varsa altından mutlaka Yahudi maskeli biri çıkar. Hangi millete ırkçılığı sokan varsa büyük olasılıkla o toplumun içine gizlenmiş bir Yahudi’dir. Oyunları türlü türlüdür; milliyetçilere diğer uluslardan üstün olduğu fikrini aşılar, dindarlara mezhepçilik zehrini şırınga eder, savaşlar çıkarır, türlü fitnelerle insanlığı birbirine kırdırır...


İblisin hileleri bitmez!


Aşağıdaki cümleleri kutsal sayan bir familyanın İbrahim (a.s) neslinden olması mümkün müdür?


“Yahudi olmayan, insan şeklinde bir hayvandır ve Yahudi’ye gündüz ve gece hizmet etmeye mahkûm edilmiştir.” (Nidrach Talpiot, 225-1)


“Yahudi olmayanları öldürmek vahşi hayvanları öldürmek gibidir.” (Sanhedrin, 59a) 

 
“Yahudiler insandır, fakat diğer uluslar insan değil hayvandır.” (Baba Necia, 114-6) 

 
“Diğer milletlerin tüm malları Yahudi milletine aittir, dolayısıyla onları tereddütsüz ele geçirmek hakkına sahiptir.” (Choszen Hamiszpat, 348) 

 
“Bir goyimi (Yahudi olmayanı) aldatmaya izin verilmiştir.” (Baba Kamma, 113b)

 
“Komşunu yaralamayacaksın denmiştir, fakat bir Yahudi olmayanı yaralamayacaksın denmemiştir.” (Sanhedrin, 57) 

 
“Bir Yahudi üç yaşındaki kız çocuğu ile evlenebilir.” (Sanhedrin, 55b)

 
“Yehova (Tanrı) bir gayri-yahudiye malını iade edeni kesinlikle affetmez.” (Sanhedrin, 76 b-76a) 

 
“Yahudilerin Yahudi olmayanları öldürmesine izin verilmiştir.” (Sanhedrin, 57a)

 
“Bir Yahudi, Yahudi olmayanı öldürürse sorumlu değildir.” (Tosefta Abhodah Zara, B.5) 

 
“Yahudi olmayanların en iyisi bile öldürülmelidir.” (Abhodah Zarah, 26) 

 
“İsa (aleyhisselam –haşa–) büyücülük yaptığı için öldürüldü.” (Sanhedrin, 43a)

 
“İsa’nın annesi Meryem (–haşa–) fahişeydi.” (Sanhedrin, 106a) 

 
“Hristiyanları öldürenler cennette yüksek dereceye sahip olacaklardır, onlar, herkesin tanıması için mor renkli elbiseler giyeceklerdir.” (Zohar I, 38b, 39a) 

 
“Yahudi olmayanlara acımayın.” (XI. Hilkoth Akum) 

 
“Yahudi olmayanların çocukları hayvandır.” (Abhodah Yebamoth, 98a) 

 
“Bir Yahudi erkek Yahudi olmayan bir kadına istediği her şeyi yapabilir. Ona bir et parçası gibi davranabilir.” (Hadarine, 20b) 

 
“Bir Yahudi, Yahudi olmayan bir kızın ırzına geçebilir fakat evlenemez.” (Gad Shas, 2:2) 

 
“Talmud Torah’ı tetkik eden bir gayri-yahudinin hak ettiği şey ölümdür. Çünkü bu onun için değil bizim için yazılmıştır. Bu bize bırakılan mirastır.” (Sanhedrin, 59a) 

 
“Yahudi olmayan birine bizim dinsel ilişkilerimiz hakkında herhangi bir şey anlatmak tüm Yahudileri öldürmek gibidir, zira Yahudi olmayanlar haklarında ne öğrettiğimizi bilselerdi hepimizi öldürürlerdi.” (Libbre David, 37)

 
“Talmud’u okuyan her goyim ve ona yardım eden her Yahudi ölmelidir.” (Sanhedrin, 59a Aboda Zora,8-6, Szagiga, 13)


“Talmud ermişlerinin sözleri ile alay edenlerin cezası kızgın insan pisliğinde kaynatılmaktır.” (Babil Talmudu ‘gittin’ risalesi 56b-57a)


Bu satırlar Mary Shelley’nin Frankeştayn romanından değil, Yahudilerin kutsal saydıkları Talmud’dan! Neyse ki bütün Yahudiler bu hezeyanlara inanmıyor. Az da olsa, Karaylar gibi Talmud’u kabul etmeyen Musevi topluluklar vardır.


Talmud’un Tora ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Tevrat ve Tora aynı şeydir. Semitik diller sessiz harflerle yazıldığından ‘vav’ bazen ‘o, u, ö, ü’ gibi sesli okunur, bazen de ‘v’ olarak telaffuz edilir. Kur’an, Tevrat’ın Musa Peygambere vahiy ile indirilen bir kitap olduğunu bildirir. Oysa Talmud sonradan yazılmıştır. İki versiyonu vardır; milâttan sonra 4. veya 5. yüzyılda yazılan Babil Talmudu ve milâttan önce bir tarihte yazıldığı tahmin edilen Kudüs Talmudu...

 
Bir çeşit tefsir diyebileceğimiz bu Talmudları yazanlar Yahudi bilginlerdir. Musevilere kutsal kitabı nasıl anlamaları ve uygulamaları gerektiğini anlatan bu şahıslar yorumlarını elbette Tanakh’a dayandırır:


“...Onların her şeyini tamamen yok et ve onlara acıma; erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür.” (Jeremiah-3)


Tabii kendilerine sorarsanız bütün bunlar uydurma, yalan... Matbaanın olmadığı, kitap sayısının çok az ve okuma-yazmanın elit kesime has bir ayrıcalık olduğu eski çağlarda Talmudu Yahudilerden başkasının okuma şansı yoktu. Günümüz şartlarında bu kitapların içeriği sır olmaktan çıkınca hemen bir kılıf buldular: Hepsi iftira!


Ama gerçek hayatta yaptıkları Talmud’da yazanın çok daha ötesine geçiyorsa, dediklerinin ne önemi olabilir…


Lejyon’un Köleleri

Her yerde, her toplumda, her grupta... Özellikle de fanatik olarak; ne kadar koyu bir taraftar olursa grup içinde yükselme, hatta liderliği elde etme şansının o kadar yüksek olacağının bilincindedir.


İnsanı yanıltan, düşmanı hep karşı tarafta aramasıdır. Kimse kendi bulunduğu camia içinde olacağına ihtimal vermez, vermek istemez. Çünkü bu kendisinin aldatılmış olacağı anlamına gelir. İnsan egosu kandırılmış olmayı kabullenemez.


“İnsanları kandırmak, kandırılmış olduklarına ikna etmekten daha kolaydır.” der, Mark Twain.


İnsanoğlu ilginç bir varlıktır, her şeyin azlığından şikâyet eder. Hiçbir zaman sahip olduğu kariyer, para ve sağlık gibi değerleri yeterli bulmaz. Ama bugüne kadar aklının azlığından şikâyet eden kimse görülmemiştir. Tam tersine herkes kendini ‘en akıllı’ görme eğilimindedir. Bunun nedeni, düşüncenin ‘benlik’ ile doğrudan ilişkili tek özellik oluşudur. İnsan egosu aklın azlığını bir hakaret olarak algılar, bu yüzden de zekasını her zaman yeterli, hatta herkesten üstün görür.


İblis ise ‘aldatma’ stratejisini bu en zayıf nokta üzerine kurar. Çünkü insanın yapacağı en büyük yanlış, yanlış yapmayacağını zannetmesidir. Eğer kandırılabilir olduğunu kabul ederse, o zaman hep tetikte olur. Ama bu ego’nun hoşuna gitmez. Âyetin ifadesiyle ‘küçük bir azınlık hariç’ herkesi aldatmayı başardığına göre demek ki iblisin de bir bildiği vardır.


Tanrı ile girdiği iddiayı kazanma yolunda şeytanın tek umudu insandaki ‘benlik’ duygusudur. Bu konu üzerinde durmak gerekiyor. Toplumu kliklere, dini ve ideolojik gruplara bölmek planın ilk aşamasıdır. Günümüzde bu işi medya marifetiyle yaptığını söylemek yanlış olmaz. İlk aşamayı başardıktan sonra Lejyonun işi çok daha kolaydır.


Herkes kendi adamını ülkeyi hainlerden temizlemeye çalışan kahraman olarak gördüğünden kimsenin aklına ‘aldatılıyor olma’ ihtimali gelmez. Demek ki Lejyon için önemli olan insanların sağcı, solcu, milliyetçi, laik, dindar, liberal veya devrimci olması değil, sadece ‘taraftar’ olmasıdır. Hem de mümkün olan en fanatik şekilde! Böylece adım adım doğruluktan uzaklaşma, yani insanın şeytana dönüşme süreci başlar.


İnsan bir defa, ama tek bir defa bile tuttuğu parti veya takım için karşı tarafla tartışırsa, artık benliği geri adım atmasına izin vermeyecektir. Çünkü haksız olduğunu kabul etmek insan egosu için büyük bir aşağılanma sayılır. En kesin delillerle yanlış yaptığı ortaya konsa bile, kimse haksızlığını kabul etmez, konuşacak birkaç kelime mutlaka bulur. Özellikle de tartışma başkalarının önünde olduysa…


Şeytanın Oyunları

Toplumu gruplara ayırdıktan sonra ikinci aşamanın çatışma çıkarmak olduğunu tahmin edersiniz. Bu iş için görevli köşe yazarları, televizyon kanalları, din âlimi görünümünde mezhepçi ve mezhepsiz hocalar, akademisyen etiketli provakatörler ve sahte milliyetçiler önceden örgütlenmiştir. Aslında onlar sadece halkı birbirine karşı kışkırtmak için vardır. Ama kimse kendi tarafında olan kanaat önderinin –bilerek veya bilmeyerek– Lejyona hizmet ettiğine inanmak istemez.


Bir liderin Hak’tan yana olduğunun tek bir göstergesi vardır: Eğer insanlara birlik ve dostluk telkin ederek; kimseyi etnik kimliğine, partisine, mezhebine veya dinine göre ayırmadan, herkesin yaşam tarzına saygı duymayı öğütlüyorsa, şeytanın planını bozuyor demektir, güvenebilirsiniz!


Ama günümüzde yaşanan genellikle bunun tam tersidir. Karşı görüştekilere ‘aptal’ diyerek kendi tarafında olanı ‘akıllı’ olmakla onurlandıran bir davranış, insan egosunu çok iyi kullanan Lejyonun tipik yöntemidir.

 
Bunu kabullenmek benliğe ağır gelse de, hepimiz az ya da çok aldandığımızı itiraf etmeliyiz. Doğruluk insana mutluluk verir, tıpkı bir yerde unutulan çantayı sahibine teslim etmenin verdiği huzur gibi. İnsan doğruyu vicdanında hisseder.

Şeytanda ise doğruluk yoktur. Onun yaşam kaynağı yalan ve yanlıştır. Bu sadece mistik bir düşünce değil, bilimsel temele dayanan bir gerçektir. İnsan formundaki şeytanlardan söz edildiğine bazılarına fazla abartılı gelebilir. En dindarlar bile –her ne kadar kutsal kitaplardan kanıtlar sunulsa da– inanmakta zorlanmaktadır. Ancak şu bir gerçektir ki ‘bunu bir insan yapamaz’ dediğimiz türden pek çok olay sürekli yaşanıyor.


Çocuklar dâhil olmak üzere, onlarca masum insanı acımasızca öldüren katillerin bu cinayetleri nasıl soğukkanlılıkla işleyebildiği bilim adamlarının uzun yıllar ilgisini çekti. Birleşik Devletlerde bazı mahkûmlar üzerinde yapılan deneyler ilginç sonuçlar ortaya çıkardı. Beyin faaliyetlerini gösteren MR çekimlerine göre sıradan bir insanın, yalan, hırsızlık gibi durumlarda suçluluk hissetmesine karşın, seri katillerin beyninde benzer bir tepkiye rastlanmamıştır. Yani işlediği cinayetler kendisine yanlış gelmemektedir. Öldürmek veya yalan söylemek bazı psikopat kişiliklerce doğal davranışlar gibi algılanmakta, pişmanlık hissetmemektedir. Bu durum normal biri için elbette anlaşılmazdır. Bir insan ne kadar kötü olursa olsun, yaptığının yanlış olduğunu mutlaka vicdanında hisseder. Hırsız bile kendini savunurken çevresindeki haksızlıkları anlatarak çalma sebebini meşrulaştırmaya çalışır.


Ancak, genetik bir arızayla doğan bazı kişilerde böyle bir suçluluk duygusu gözlemlenmez. O, masum bir çocuğu iblise kurban etmekte en küçük bir yanlış görmediği gibi, kendi açısından doğru olanı yapmaktan memnundur.


Lejyonu DNA testleriyle tespit etmek kolay olmasa da, davranışlarından tanımak mümkündür. Bir başka etnik gruba veya mezhebe karşı kışkırtan, düşmanlık hissi uyandıran sözlerin sahibi, ya insan bedenli bir iblistir, ya da aldatılmış, gafil bir insanoğludur. Eğer Lejyonun bir hizmetkârı ise tahrik yöntemleri çok daha ikna edici olacaktır. Bazen Sünnî Müslüman gibi görünür Şiilerle savaşa sürükler, kimi zaman Alman maskesi takar Türk’e hakaret eder, Hristiyan kılığına bürünüp karikatür yapar din çatışması çıkarır, ırkçılık damarından girer başka bir milleti aşağılayarak nefret tohumları eker…


Daha küçük yaşlardan itibaren zihinlere kazınan ‘düşmanlar’ hep bu şeytani planın bir parçasıdır. Bu hususta anne-babalar suçlanabilir mi... Onlar da kendi anne-babalarının mağdurudur. Nesilden nesile aktarılan nefret duygusu hep çocuklarını güvene almak gerekçesiyle meşrulaştırılır. Sonuçta her millet kendi haklılığından, düşmanların ise zalimliğinden çok emindir.

 
Ancak uluslararası düşmanlık iblis için asla yeterli olmadı. Ülke içinde de toplumun bölünerek çatışması gerekir ki, sevgi kalplerden tamamen silinip yerini öfke ve nefret alsın. Bunun için de siyasi ve ideolojik gruplar vardır. ‘Eğer siz oy vermezseniz rakibiniz kazanır’ korkusuyla herkesi sandığa götürür. Böylece temeli çatışma üzerine kurulu düzenin çarkları dönmeye devam eder.

 
Şeytanın aldatmaktan başka bir mahareti olmadığını kendisi de itiraf etmektedir. Bütün hilesi ‘benlik ilmi’ni kullanarak insan egosuna zehirli lezzetler sunmaktan ibarettir.

 
“Her şey bittikten sonra şeytan der ki: Allah size gerçek olanı vadetti; ben de bir söz verdim, Ancak yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu, sizi davet ettim, siz de bana uydunuz...” (İbrahim, 22)

 
Bir gruba taraftar olan için artık kimin haklı, neyin doğru olduğu önemli değildir. Tek amacı, egosuyla ilişkilendirdiği partinin veya takımın bir şekilde galip gelmesi, ne pahasına olursa olsun kazanmasıdır. Hiçbir bilimsel kanıt aynı tarafta olduğu insanların hatasını göstermeye yetmeyeceği gibi, karşı tarafın doğrularını da görmezden gelecektir.

 
Bir partinin yolsuzluk haberini okuyan karşı parti taraftarı hemen inanır. Daha doğrusu inanmak ister, çünkü rakibinin zor durumda kalması onu memnun eder. Haberin doğru mu yanlış mı olduğu değil, sonucu önemlidir. Bir takımın şike haberi karşısında taraftarların tepkisi kendilerine komplo kurulduğu yönünde olur. Karşı takım ise bu haberi sevinçle karşılar. Ne de olsa rakibi zor durumdadır ve onu hırpalamanın tadını çıkarmak ister. Böylece benlik yılanı sahte bir lezzetle insanı zehirler.

 
Kuvvet Hak'tadır. Lejyonu mağlup etmek için ne bankalara ihtiyaç vardır, ne medya desteğine, ne de silaha… Yapılması gereken tek şey, her insanın doğasında var olan doğruluğun uyandırılmasıdır. Gücünü Hak'tan alan insan şüphesiz üstündür, mağlup edilemez!


“Yılmayın, üzülmeyin, eğer inanıyorsanız üstünsünüz!” (Âli İmran, 139)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder