18-SAHTE ATATÜRKÇÜLER

Bir devlet başkanı öldüğünde yabancı ülkelerin devlet erkânı bile taziyeye gelirken İsmet İnönü yerinden kıpırdamadı. İstanbul’a gitmedi, cenazenin Ankara’ya, ayağına gelmesini bekledi. Atatürk’ten sert darbe yiyen şebeke için artık intikam alma vaktiydi. Bundan böyle bütün güçleriyle Atatürk’ü din düşmanı olarak tanıtmaya gayret edeceklerdi. 19 Kasım’da kılınan cenaze namazına ait tek bir fotoğraf yayınlanmadı. Aslında cenaze namazını kılmaya niyetleri de yoktu. Kızkardeşi Makbule Hanım amaçlarını anlamıştı. Ağabeyini dinsiz gibi göstermek istediklerini hissedince oyunu bozdu. Onun ısrarları sonucu ölümünden dokuz gün sonra cenaze namazı kılındı. 

İsmet İnönü’nün ilk icraatı paradan Atatürk’ü kaldırtıp kendi fotoğrafını koydurtmak oldu. Yıllardır biriken kini artık dışa vurma zamanıydı.

Cumhurbaşkanlık Genel Sekreterliği ve Millî Eğitim Bakanlığı yapmış olan Prof. Hikmet Bayur, Gazi’nin ölümünden sonraki uygulamalar için şöyle der:

“... Atatürk ölür ölmez, Atatürk aleyhine bir cereyan başlatılmıştır. Mesela Atatürk’e bağlı olan bizleri inkılâp derslerinden aldılar. Kendi adamlarını koydular. O dönemde Atatürkçülüğü övmek ortadan kalkmıştı.”116

Şemsettin Günaltay, Gazi Mustafa Kemal hayattayken umduğunu bulamamıştı. İnönü Cumhurbaşkanı olunca Atatürk dönemini karalayarak ‘İnönü devri başlıyor, fazilet devri başlıyor’ diyerek sadakatini ispatlayınca başbakanlıkla ödüllendirildi.

Ama bu intikam politikası fazla uzun sürmedi. Atatürk’ün yerini dolduracak yeni bir lider imajı yaratmak imkânsızdı. Hem bunca yıllık emeğin karşılığını istediği gibi kullanma fırsatı varken tekrar sıfırdan başlamak anlamsızdı. İnönü, kendisi gibi Atatürk ile arası bozuk eski küskünlerin yeniden siyasete girmelerini sağlarken bir şart ileri sürdü:

“Eski arkadaşları tek parti devrinde tekrar cemiyet hayatına katılmaya davet ederken kesin istek olarak yalnız şunu ileri sürdüm: Atatürk’ün şahsı ile uğraşmak olmayacaktır. İtiraz edenlere karşı susturucu cevabım şu olmuştur; eğer Cumhuriyeti ve inkılapları korumak ve devam ettirmek fikrindeysek, Atatürk’ü korumak vazifedir.”
 
Tercümesi şudur: Bundan sonra yaptığımız her şeyi Atatürk’e mal edeceğiz! Sahte Atatürkçülük işte böyle doğdu. Nasıl olsa Gazi Mustafa Kemal artık yoktu, dindar mı, dinsiz mi kendisini savunamayacağına göre Atatürkçülüğü kullanarak hedeflerine ulaşabilirlerdi. İsmet İnönü’nün de kini biraz soğumuş olduğundan bu plana uygun hareket etmek de mahsur görmedi. Mustafa Kemal ile ilgisi olmayan bir ‘Kemalizm’ yaratıldı. Artık Franko-Devlet’in dinsizliğine, batı hayranlığına karşı gelen herkes Atatürk’e karşı gelmiş gibi gösterilecek ve en ağır şekilde cezalandırılacaktı. Böylece, Avrupa karşısında ezik, özgüveni noksan bir nesil Atatürkçülük üzerinden yetiştirilecek, buna itiraz edenler ise Ulu Önder’e başkaldıran gericiler olarak damgalanacaktı.

Lozan sonrası Atatürk’ün İslam’a ilişkin sözleri genellikle İngiliz muhbirlerinin bulunduğu ortamlarda söylenmiş yanıltma taktikleriydi. Grace Ellison adlı İngiliz gazeteci 1928 yılında ‘Turkey Today’ isimli bir kitap yayınladı. Demek ki casusların gazeteci kılığında faaliyet göstermesi son 20-30 yıla has bir uygulama değilmiş! 1927’de Atatürk ile yaptığı röportajda din hakkındaki görüşlerini şöyle ifade etmiştir:

“Benim bir dinim yok ve bazen bütün dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum. Hükûmetini ayakta tutmak için dini kullanmaya gerek duyanlar zayıf yöneticilerdir. Âdeta halkı bir kapana kıstırırlar. Benim halkım demokrasi ilkelerini, gerçeğin emirlerini ve bilimin öğretilerini öğrenecektir. Batıl inançlardan vazgeçilmelidir. İsteyen istediği gibi ibadet edebilir. Herkes kendi vicdanının sesini dinler. Ama bu davranış ne sağduyulu mantıkla çelişmeli ne de başkalarının özgürlüğüne karşı çıkmasına yol açmalıdır.”117

Atatürk için bu ajan-gazetecileri teşhis etmek çok kolaydı. Ama en tehlikelisi Türkiye içinde, Türk görünümlü olanlardı.

Yakın tarih üzerine yapılan bütün araştırmalardaki temel çelişki, kazandıkları bir savaş sonunda İngilizlerin neden hiçbir şey almadan çekip gittiğidir. Her galip devlet en azından savaş tazminatı alır. İngiliz ve Fransız orduları yıllarca savaşmış, yüz binlerce insan ve ağır maddi kayıp vermişken ve her türlü tahsilatı son kuruşuna kadar yapabilecek güçteyken hiçbir talepte bulunmamaları resmi tarihin görmezden geldiği bir ayrıntıdır.

Almanya’dan bugün bile savaş tazminatını kuruşu kuruşuna almaya devam eden Anglo-Judaik şebekenin Türkiye’den hiçbir şey almadan bağımsızlığını kabul ettiğine inanmak, saflık ötesi naif bir durumdur. İşin gerçeği şu ki, istedikleri her şeyi aldıkları için bir kurşun bile atmadan gittiler, tarih kitaplarını da kendi istedikleri gibi yazdırdılar. Yeni kurulan devlet tamamen kontrolleri altındaydı.

Atatürk, çevresinin ajanlarla çevrili olduğunu çok iyi biliyordu, bu yüzden de kitapların kenarına onların hoşlarına gidecek notlar düşmesi, İngiltere’ye ‘durum raporu’ bildirecek kişilere duymak istediklerini söylemesi gayet normaldi.

Devletin kilit kadroları hep Türk maskeli, işbirlikçi bir çetenin elinde oldu. Vatansever ve milliyetçi rolü arkasından İngiliz planlarını sadakatle uygulayan bu ihanet şebekesinin arasına sızmak, yılanların yuvasına girmekten farksızdı. Ama dini ve milleti uğruna bu cehenneme girmeyi göze alacak kahramanlar vardı, bunu başardılar da...

Atatürk’ün Cezası
Bütün hesapları alt üst eden, Mustafa Kemal’in aralarına sızmakla kalmayıp örgütün can damarını kesmesiydi. 1935’te locaları kapatınca artık her şey anlaşıldı. O güne kadar tereddüt edenler bile kesinlikle emin oldu ki, Atatürk en başından beri Halife’nin adamıydı ve din aleyhine görünen bütün davranışları büyük bir ustalıkla İslam lehine kullanmıştı. Diğer bir deyişle; şeytana pabucunu ters giydirmişti!

İntikamlarını elbette alacaktılar. Ama ölüm cezası yetmezdi. Halkın Mustafa Kemal’i dinsiz, İngiliz ajanı, hatta Yahudi uşağı olarak bilmesi gerekirdi. Yani kendi kimliklerini O’na mal etmek verilecek en iyi cezaydı. Hırsız için masum birini hırsızlıkla suçlayacak kanıtlar üretmek kolaydır. Çünkü en iyi bildiği iş hırsızlıktır, başkasını zan altında nasıl bırakacağını çok iyi bilir.

Atatürk’ün o güne kadar söylemiş olduğu her sözü mercek altına aldılar. Ama hepsi çift taraflıydı, bir şey kanıtlamazdı. Halkı Atatürk’ün İslam düşmanı olduğuna ikna etmek için daha somut şeylere ihtiyaç vardı, mesela el yazısı gibi...

Son olarak Atilla Oral tarafından bazı el yazıları medyaya servis edildi. Çöpte bulunan bu kâğıtların hikâyesi çok ilginç!

“Beyoğlu Hazzopulo Pasajı’nda düzenlenen kitap ve fotoğraf müzayedelerinin birinde Türk Tarih Kurumu eski Genel Sekreteri Uluğ İğdemir’e ait çeşitli belgeler satışa çıktı. Bu belgeler içinde Atatürk’ün el yazısı mektup sayfalarının yıllar önce çoğaltılmış eski kopyaları da vardı. Belgeleri satın aldım. Dokümanları müzayedeye getiren sahaf arkadaşım belgelerin çöpten çıktığını söyledi.”118

Söz konusu sayfaları çöpte bulan kâğıt-karton toplayıcısı bir vatandaşımız bunların değerli belgeler olduğunu anlamış ve sahafa götürmüş. Zaten ülkemizin karton toplayıcıları buldukları kâğıtları önce sahafa götürür, değerli mi, değersiz mi olduğunu öğrendikten sonra işlerine devam ederler ya...

İnanmış gibi görünerek bu kâğıtlarda neler yazdığına bakalım:

“Muhammed’in halifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanlar (...) Bir hırka ve bir hurma hikâyesi artık bir insanlık erdemi olarak gösterilmek felsefesi esas tutularak tarih yazılmamalıdır. Bunun gibi Arap ordularının birçok esirlerinden bir köle sınıfı vücuda geldiği bahsedilirken bu kölelerin Türk çocukları olduğu dile getirilerek hangi taraf için ne anlamda bir övünme nedeni arandığını araştırılıp incelenmeden Türk tarihi içine konulmamalıdır.

Şüphesiz Türkler çok kahraman evlatlar (...) ilim, sanat ve bilhassa askerlik ve başkumandanlık mevkilerini elde etmişlerdir ve sonuçta Arap imparatorluğu unvanını taşıyan bütün memleketlerde birinci derecede güç ve hâkimiyet sahibi olmuşlardır. En nihayet Muhammed’in halifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanları emir ve iradelerine boyun eğdirmişlerdir.”


Ve buna benzer sözler...


Tartışmaya bile yer bırakmayacak şekilde Atatürk’ün İslam düşmanı olduğunu kanıtlayacak belgeler, diye düşünüyorsanız karar vermekte acele etmeyin. Önce gerçekten Atatürk’e ait olduğu kesin olan bir cümleyi aktaralım:

“O Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinden bugün milyonlarca Müslüman yürüyor. Benim, senin adın silinir; fakat sonuca kadar o ölümsüzdür.”119

Aynı kişi, İslam Peygamberi hakkında birbirine bu kadar zıt şeyler söyleyebilir mi?! 


 


Şimdi çöpten bulunduğu söylenen kâğıtların orijinalini inceleyelim: İlk sayfadan itibaren sol üst köşede sayfa numarası yazıyor. 21 sayfalık belgenin son iki sayfası:



Küçük bir ayrıntı hemen dikkatimizi çekiyor. Son sayfanın sol üst köşesinde sayfa numarası yazmıyor. Oysa birinci sayfadan itibaren 20’ye kadar bütün sayfa numaraları belirtilmişti. Fark bununla da sınırlı değil. Herhangi bir uzmana bile gerek kalmadan, biraz dikkatli bakıldığında son sayfanın diğerlerinden farklı olduğu açıkça görülüyor.

Harfler büyük bir ustalıkla taklit edilmiş, ama art arda yazıldığında apayrı bir el yazısı... Son beş satır düzenli ve daha itinalı yazılmış. Hemen bir önceki sayfada aceleyle, karma karışık yazan birisi neden sadece son sayfada özenle yazmaya başlar?

Ayrıca, bütün sayfalar ortalama 12-14 satır iken 20. sayfa birden 10 satıra düşüyor. Sanki son sayfadaki cümle ile bağlayacak şekilde bir şeyler yazılması gerekiyordu. Bu yüzden sözcükler yayarak yazılmış. 20. sayfanın son kelimesi ‘vaziyet’ ile sonraki sayfanın ilk sözcüğü ‘olacağına’ tek cümle gibi yapılarak birbirine bağlanmış. Bu iki sözcüğün bile aynı elden çıkmadığı açık!

Resimlerde büyütme veya küçültme yok. Atilla Oral’ın kitabına koyduğu orijinal fotoğrafların ebadında. Ne dersiniz, bu iki sözcüğü peş peşe yazan elin aynı olup olmadığını teyit için kriminal analize gerek var mı?!

Franko-Devlet zekâmızla alay ediyor. Son sayfanın önceki 20 sayfa ile bir ilgisinin olmadığını, sonradan eklendiğini anlamak için dâhi olmak gerekmiyor.

Birileri, kişisel hezeyanlarını kaleme alıp en sona da Atatürk’ün gerçek el yazısı ve imzası bulunan sayfayı iliştirerek sanki hepsini Atatürk yazmış gibi servis edince, basına da bunu halka yedirmek kaldı.

Atilla Oral’ın dediğine göre; "Ekmeğini çöpten çıkaran bir yurttaşımız bunları görüp bir kenara ayırmış. Çok önemli belgelerle karşı karşıya olduğumu anladım. Hemen fiyat yükseltip satın aldım belgeleri. Atatürk’ün sansürlenen mektubu da bunlar arasındaydı. Atatürk’ün tarih yapmakla ilgili o ünlü sözünün kaynağıyla ilk kez karşılaşıyordum, hiçbir yerde yayımlanmadığını anladım." 120 (Hürriyet Gazetesi, 3 Temmuz 2011)

Yani, yukarıda gördüğünüz küçük sayfaları çöpte bulan vatandaşımız tomar tomar kâğıt arasında bu yirmi sayfayı okumuş, anlamış ne kadar önemli olduğunu, bir sahafa götürmüş, sahaf da anlamış ne kadar önemli olduğunu, müzayedeye götürmüş, onlar da değerli bulmuş olacaklar ki açık artırmayla satışa çıkarmışlar. Ama bu kadar insan arasında bir tek Atilla Oral fark etmiş bunların Atatürk’ün el yazısı olduğunu.

Kendilerinden daha profesyonelce senaryo beklerdik, ama ellerinden gelenin en iyisi bu demek ki!

Tabii bu arada sormadan edemiyoruz, kim bu Atilla Oral? Sansasyonel buluşunu haber yapan gazetelerde ne bir fotoğrafı var, ne de şahıs hakkında en küçük bilgi. Wikipedia’dan öğrendiğimize göre yazara ait Demkar Yayınevi sadece kendi kitaplarını basıyor. 1962 doğumlu araştırmacı ilk kitabını 2006’da yayınlamış.

Bu tarih, Cemal Kutay’ın ölüm yılıdır.

Sahte Atatürkçülerin Sahte Yazıları
1970’te Cemal Kutay tarafından çıkarılan ‘Devlet’ dergisinin kapağında Atatürk’e ait olduğu iddia edilen şu cümleler vardı:

“Türk âleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde ezilmelidir.”


Aslında bu sözler ilk defa 1947’de Millet dergisinde yayınlanmıştı. Daha sonra Toprak dergisi Atatürk’ün 1929 tarihli Eskişehir konuşmasının altına aynı sözleri monte edince daha bir inandırıcı oldu. Cemal Kutay’ın yayını ses getirdi. Üstelik işin içine Atatürk’ün el yazıları da girince komünizme karşı büyük bir infial uyandı. Gazeteci Çetin Altan bu yazıların sahte olduğunu söyledi. El yazılarının kopyası yurt dışına gönderildi. Gelen kriminal rapor Altan’ı haklı çıkardı. Çetin Altan uzun süre bu işin peşini bırakmadı, orijinal belgelere ulaşamadı ama Ata’nın el yazısının taklit edildiğini ortaya koydu.121

Sahtekârlar nedense hep ezilen tarafmış gibi rol yapmaktan hoşlanır. Onlara kalırsa bu belgeler hep sansürlenmiştir, sanki Ata’nın dinsiz(!) olduğunu saklamaya çalışan bir örgüt var ve bu karanlık adamlar el yazılarını bile halktan gizleyerek Atatürk’ü Müslüman gösterme gayretindeler.

Şeytanın işleri...

Ama artık el yazısı muhabbetinin tadı kaçtı. Çünkü uzun zamandan beri orijinal her yazıyı aynen taklit eden bilgisayar programları var ve istediğiniz her şeyi yazdırtmanız mümkün. Hatta ABD’li bir şirket tarafından Atatürk’ün el yazısına özel bir program geliştirildiği 2012 yılında resmen açıklandı.122

Ancak iş yazı üretmekle bitmiyor. Harfler mükemmel taklit edilse bile kurgulanan senaryoda mantık hatası var. Madem Atatürk’ün el yazıları Türk Tarih Kurumunda idi, o kurumda 51 yıl genel sekreter ve genel müdür olarak görev yapan Uluğ İğdemir’den başka kim böyle bir sansür uygulayabilirdi?

Afet İnan’da benzer şekilde TTK yöneticiliği yaptı, o da mı bu el yazılarını görmezden geldi? Gazi’nin kurduğu ve onun istediği kişilerin yönettiği Türk Tarih Kurumu Atatürk’e sansür koyabilir miydi?

Afet İnan’ın yazdığı tarih kitabında yer alan Atatürk’e ait notların hikâyesi de ilginç. Ne tesadüf ki, bu el yazıları da Cemal Kutay’da imiş!

“Afet İnan doktora tezini hazırlıyormuş. Hocası Profesör Pittard ona ‘Milletini anlat, Türkleri anlat’ demiş. Bana kalırsa öğrencisinin Atatürk’e başvuracağını tahmin ediyordu. Afet İnan da tezi hazırladıktan sonra Atatürk’e götürmüş. 150 sayfalık bir tezmiş bu. Atatürk bakmış, gülmüş, bana bir kâğıt ver demiş. Bir beyaz kâğıt almış, el yazısıyla bu satırları yazmış, yer kalmadığı için de ikinci bir kâğıt kullanmış. Bu yüzden metin bir buçuk sayfadır.”


Cemal Kutay’a bu belgeyi Hikmet Bayur vermiş. Uzun yıllar muhafaza etmiş. Ama şimdi sadece fotokopisi var.

“27 Mayıs’tan sonra sordular, ama ses çıkarmadılar. Korutürk döneminde de bir şey olmadı. Ama sonra Evren Paşa zamanında Atatürk’e ait bütün belgelerin özel kişilerden toplanması kararlaştırıldı. Böyle bir karar çıktı. Bir binbaşı geldi, makbuz karşılığı aldı. Ama ben fotokopisini almıştım. Sonra bu fotokopiden bastırdım.”123

Toplumun hafızası zayıftır, nasıl olsa 1970’teki skandalı unutmuştur diye Cemal Kutay 1999’da sahneye tekrar çıktı. Yine Afet İnan’dan miras kaldığı iddia edilen belgelere dayanarak Atatürk’ün aslında şaman olduğunu anlattı, hem de Kuleli Askeri Lisesi’nde!

Söylediğine inanırsanız öğrenciler kendisini ayakta alkışlamış. Devletin gazetesi de bu büyük başarısını haber yapmadan geçememiş.

Türkleri İslam’dan uzaklaştırmak için Şamanizm’den medet umanlar Atatürk zamanında da vardı. Münir Hayri Egeli’nin anlattığına göre bir gün Atatürk din konusunda sohbet ederken birisi şöyle der:

“Efendim, Türklerin millî dini şamanlıktır. Şaman dininin bütün duaları Türkçedir.”

Atatürk hemen şu sözlerle onu tersledi:

“Ahmak, Müslümanlık da Türk’ün millî dinidir. Müslümanlığı Türkler yaymışlar ve Türkler kendilerine göre en geniş mânâsıyla anlamışlar ve benimsemişlerdir. Ancak softaların mütereddi kafası Müslümanlığı bir türlü Türk’ün millî dini olarak görmemiştir. Müslümanlığa Türk milleti önünde lazım olan mânâyı vermek lazımdır.”124

İyi ki Cemal Kutay Kuleli Askeri Lisesi’nde konferans verirken Atatürk orada değilmiş, yoksa şaman Kutay, Ata’dan sert bir şamar yiyebilirdi.

Atilla Oral ve Cemal Kutay arasında nasıl bir ilişki vardır, bilemiyoruz. Ancak şunu biliyoruz ki Uluğ İğdemir yedi kitap yayınladı, ama Atilla Oral’ın sözünü ettiği gibi bir mektuptan hiçbirinde bahsedilmez.

İğdemir madem sansür uygulamak niyetindeydi, o zaman neden bu belgeleri yakmadı, bir şekilde yok etmedi de kurumdan çalarak itibarını lekeledi? En azından ölmeden bir süre önce imha edebilir, başkasının eline geçmesini engelleyebilirdi.

İşin aslı, ne ortada böyle bir el yazısı var, ne de onu çöpten bulup sahafa getiren aydın bir çöpçü. En başından beri mantıksız olan bu senaryo, son sayfada yapılan hata ile yerle bir oldu. Cemal Kutay’ın ölümüyle bayrağı devralan halefi Atilla Oral da el yazılarının bir binbaşı tarafından alındığını söylerse şaşırmayalım.

Yahudi Senaryosu
Franko-Devlet ya medya gücüne fazla güveniyor veya toplumun zekâsını çok hafife alıyor. Atatürk’ü İslam düşmanı bir Yahudi gibi gösterme çabalarını tek bir somut kanıta bile dayandıramamaları tam bir çaresizlik ifadesi...

Birilerinin Afet İnan ve Uluğ İğdemir üzerinden büyük bir tezgâh kurduğu açık. Kendileri bu oyunun bir parçası mı, yoksa kullanıldılar mı yorum yapmıyoruz.

Yine Uluğ İğdemir’den bir alıntı;

“Mustafa Kemal 30 Eylül 1911’de Kudüs Kamenitz Oteli’nde Yahudi Eliezer ben Yehuda’nın oğlu Itamar ben Avi ile sohbet eder:

‘Sabetay Sevi’nin soyundan geliyorum. Kendisine hayranım. Keşke bu dünyadaki bütün Yahudiler onun mesihliği altında birleşse… Evimde Venedik’te basılmış eski bir Tevrat var. Babam onu okumam için bana Karaim Yahudisi bir muallim tutmuştu. Öğrendiğim âyetlerden bazılarını hâlâ hatırlayabiliyorum.’ dedikten sonra biraz düşünüp…

‘Shema İsrael Adonay Elohenu, Adonay Ehad (Dinle ey İsrail, Rabbin olan Tanrı tektir)’ der.

Itamar ben Avi’nin ‘Efendim, bu Yahudilerin en mühim duasıdır.’ demesi üzerine Mustafa Kemal ‘Benim de gizli duamdır bayım, benim de’ demiştir.”125


Şayet yukarıdaki olay gerçekse –ki doğru olması da pekâlâ mümkündür– bu Atatürk’ün gerçekten Yahudi olduğunu mu kanıtlar, yoksa kendisini yoklamak için gönderilen bir Yahudi’ye duyması gerekeni söylediğini mi?!

En usta ajanlar için bile Mustafa Kemal’i çözmek zor bir işti. O, bir Selanikli olarak elbette Sabetayist aileleri çok iyi biliyordu ve küresel Siyonist şebeke ile ilişkilerini yakından takip ediyordu. Yahudilerin kutsal kitabını da, duasını da bilmesi çok normaldi, çünkü en başından beri aralarına sızmak için yetiştirilmişti.

Osmanlı’da açılan ilk mason localarının tamamen Yahudilerin kontrolünde olduğunu, sadece masonların İttihat ve Terakki fırkasına girdiğini daha önce belirtmiştik. Dolaysıyla yukarıda sözü edilen anekdot Atatürk’ün gizli misyonu ile tamamen uyumludur ve hiçbir çelişki içermemektedir.

Nedense Uluğ İğdemir’in elinde olduğu iddia edilen el yazıları Atatürk öldükten uzun yıllar sonra ortaya çıktı. Bu bilgi kirliliği içinde Atatürk’ün gerçekte Yahudi mi, yoksa Müslüman mı olduğunu anlamanın en kolay yolu icraatlarına bakmaktır. Onu İslam düşmanı gibi göstermeye çalışanların ileri sürebildiği tek argüman, Cumhuriyeti kurup mutlak iktidarı eline geçirene kadar Müslümanmış gibi göründüğüdür.

Böyle bir açıklamayla Atatürk’ün 1923’ten önce İslam hakkında söylediği övücü sözleri geçersiz kılmış olduklarını düşünüyorlar. Ama bu açıklama da kendilerini kurtarmaya yetmiyor. Zira 1923’ten sonra da Atatürk hep İslam lehine çalıştı. Bir taraftan, halkın dinden uzaklaştırılıp uzaklaştırılmayacağını dikkatle gözleyen İngilizlere duymaları gereken mesajları gönderdi, diğer taraftan da İslam’ın en doğru şekliyle anlaşılması için derinden bir faaliyet başlattı.

Bir anlamda Atatürk hezimeti fırsata çevirdi. İngilizlerin bu dayatması karşısında, bağnaz bir kesimin dar anlayışına sıkışan dini yobaz grupların tekelinden kurtarma imkânı da doğmuştu. Büyük bir ustalıkla her iki operasyonu eş zamanlı yürüttü. Dışarıdan bakanlar, inkılaplarla İslam’ın yok edilmek istendiğini düşünüp Atatürk’ü suçladı. Diğer taraftan Fransa ve İngiltere Lozan’da dayattıkları anti-islamizasyon programının uygulandığı zannıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni destekledi. Yeni devlet hemen tanındı ve uluslararası arenada kabul gördü.

Atatürk’ün durumu oldukça zordu. O bir taraftan galip devletlere istediklerini elde etme hazzı yaşatırken diğer taraftan da İslam’ı özüne döndürecek hamleler yapmak zorundaydı. Ama bu arada içerdeki işbirlikçiler olanca gücüyle yükleniyordu. Dinsiz şebeke, faaliyetlerini hep Atatürk maskesi arkasından yürüttüğü için halk eziyetin sorumlusu olarak hep Mustafa Kemal’i gördü.

Elbette Atatürk tezgâhın farkındaydı, ama o koşullar altında işi hiç de kolay değildi. Öncelikli görevi, ne pahasına olursa olsun konumunu korumak ve Fevzi Çakmak gibi güvenilir birkaç kişiyi yanında tutmaktı. Ancak Lord'un hizmetindeki mason biraderler de boş durmadı, Atatürk'ün bedenini ortadan kaldırmakla iş bitmiyordu, devletin de rotasını değiştirip Anglo-Amerikan eksene kaydırmak gerekiyordu. 1923-1938 arası 15 yıllık kaybı telafi etmekten başka amacı olmayan masonik şebeke faaliyetine kaldığı yerden devam etti, yapacak daha çok iş vardı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder