19-İSMET'in DEVRİ

Dış politikada ilk icraatı 12 Mayıs 1939’da İngiltere ile, 23 Haziran’da ise Fransa'yla ikili anlaşmalar yaparak safını belli etmek oldu. Yeni Türkiye’nin bu ani dönüşü Sovyetler Birliği ve Almanya’da rahatsızlığa neden oldu.

İnönü, her şeyini borçlu olduğu lobiye sadakatini kanıtlamak istiyordu. Daha da ileri gitti. Yapılan anlaşmalar 19 Ekim 1939’da İngiltere, Fransa ve Türkiye arasında Üçlü İttifak kurulmasıyla sonuçlandı. Aslında olan şey 1923’te olması gereken idi. İngilizler, Lozan Anlaşması akabinde Türkiye Cumhuriyeti’nin artık kendi kontrollerinde olacağından emindi. Ama işler umdukları gibi gitmemişti. Neyse ki İsmet İnönü idareyi ele alınca bu arıza telafi edildi.

İnönü’nün Daily Telegraph gazetesine verdiği beyanat bir çeşit itiraftır:

“İngiliz milletine Türk milletinin muhabbetli selamlarını bildirmenizi rica ederim. Türkiye Cumhuriyeti ile ittifakı İngiliz milletinin samimiyetle karşıladığını görmek bizi çok sevindirmiştir. Bu ittifakı ilham eden siyasete samimi yardımından dolayı bilhassa İngiliz matbuatına müteşekkirim. İttifaka karşı samimi olduğu kadar da üstlendiği yükümlülükleri yerine getirme azminde olan Türk milletinde, İngiliz milleti sadık bir müttefik bulacaktır.”104

Böylece Almanya dostluğu bitti. Artık hatırlanması bile istenmiyordu. Bugün de medyanın en önemli görevlerinden birisi Türk halkına Alman düşmanlığı aşılamaktır. Hiç ilgisi olmasa da yılda birkaç defa cani Hitler haberi yapmak âdettendir, görev gereği…

Yasal zorunluluk ise ilk defa Mondros Mütarekesi ile başlamıştı. Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşını kaybedince, 30 Ekim 1918’de imzaladığı antlaşmanın 23. maddesi gereğince Almanya ile ilişkisini tamamen kesti. Bu durum 1924’e kadar devam etti. İkinci ilişik kesme olayı ise 2. Dünya Savaşı’ndan sonra başladı, yazılı bir taahhüt var mı bilemiyoruz, ama uygulamada bugün bile devam etmekte olan bir yasak olduğu açıktır.

Yeni müttefikimiz ABD ve İngiltere olduğu için onların düşmanı bizim de düşmanımız oldu. İsmet İnönü, SSCB ile yaşanan sorunlara ilişkin bir Amerikan gazeteciye şunları söyledi:

“Eğer Rusya gelip de aradaki anlaşmazlıklara olumlu biçimde çözme teklifinde bulunsa bile ben Türk siyasetinin Amerikan siyasetiyle el ele gitmesi taraftarıydım.”105

Aslında bu kararı yeni değildi. Mustafa Kemal’e 1919’da yazdığı bir mektupta da aynı düşünceyi dile getirmişti:

“Bütün memleketi parçalamadan ülkeyi bir Amerikan denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek uygun çare gibidir.”106

1920’de, bir tarafta İsmet İnönü gibi Amerikan mandası isteyenler, diğer tarafta ülkenin güçsüzlüğünü, fakirliğini ileri sürerek direnişin anlamsız olduğunu söyleyenlere karşı Mustafa Kemal’in duruşu bambaşkaydı:

“Bazı arkadaşlar yoksulluğumuzu bahane ederek memleketlerine dönmek istiyormuş. Kimseyi zorla Büyük Millet Meclisi’ne davet etmedim. Herkes kararında özgürdür. Ben, kutsal davaya inanmış bir insan olarak hiçbir yere gitmemeye karar verdim. Hepiniz gidebilirsiniz! Asker Mustafa Kemal olarak ben mavzerimi elime alır, fişekleri göğsüme dizerim. Bir elime de bayrağımı alır, Elmadağ’a çıkarım. Orada tek kurşunum kalana kadar vatanı savunurum. Kurşunlarım bitince değersiz vücudumu bayrağıma sarar; temiz kanımı, kutsal bayrağıma içire içire tek başıma can veririm. Ben buna ant içtim!”107

Müttefik öldü, yaşasın yeni müttefik!
Atatürk’ün adı kullanılarak NATO eksenli ilk haber 1951’de yapıldı. ‘The Caucasus’ isimli bir dergide yayınlanan haberi 8 Kasım 1951 tarihli Cumhuriyet gazetesi Türk halkına duyurdu. 1932’de ABD Genelkurmay Başkanı MacArthur ile yaptığı görüşmede Atatürk fikirlerini şöyle açıklamış:

“Versailles Antlaşması Birinci Dünya Savaşı’na neden olan sebeplerden hiçbirini yok edemediği gibi, aksine dünün başlıca düşmanları arasındaki uçurumu büsbütün derinleştirmiştir. Çünkü yenen devletler, yenilenlere barış şartlarını zorla kabul ettirirken, bu ülkelerin etnik, jeopolitik ve ekonomik özelliklerini asla göz önüne almamışlar ve sadece düşmanlık duygularından beslenmişlerdir. Böylelikle bugün, içinde yaşadığımız barış dönemi sadece ateşkesten ibaret kalmıştır. Eğer siz Amerikalılar, Avrupa işleriyle ilgilenmekten vazgeçmeyerek, Wilson’un programını uygulamakta ısrar etseydiniz, bu ateşkes dönemi uzar ve bir gün sürekli bir barışla sonuçlanabilirdi. Bence, dün olduğu gibi yarın da, Avrupa’nın geleceği Almanya’nın alacağı duruma bağlıdır. Olağanüstü bir dinamizme sahip olan bu 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli millet, üstelik millî tutkularını kamçılayabilecek siyasi bir cereyana kendisini kaptırdı mı, er geç Versailles Anlaşması’nın bozulmasına girişecektir.”

Atatürk, General MacArthur’a Almanların bütün Avrupa’yı işgal edebilecek bir orduyu çok kısa zamanda oluşturabileceğini söylemiş. Buraya kadar her şey normal görünüyor.

Bu sohbeti yayınlamak için Caucasus dergisi nedense 19 yıl beklemiş. 2. Dünya Savaşı olmuş, Almanya yenilmiş ve biz NATO şemsiyesi altında kendimize bir sığınak ararken bu haberin çıkması tesadüf müydü?! Meğer Atatürk en başından beri Sovyetler Birliği’ne düşmanmış da haberimiz yokmuş:

“Avrupa’da ortaya çıkacak bir savaşın başlıca kazananı ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya’dır. Sadece Bolşevizmdir. Rusya’nın yakın komşusu ve bu ülkeyle en çok savaşmış bir millet olarak biz Türkler, orada gelişen olayları yakından izliyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Uyanan doğu milletlerinin anlayışlarını kusursuzca sömüren, onların millî isteklerini okşayan ve kinleri kışkırtmasını bilen Bolşevikler, yalnız Avrupa’yı değil, Asya’yı da tehdit eden başlıca güç durumunu almışlardır.”

Bu görüşme bir gün sonra 28.09.1932’de Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hikmet Bayur tarafından İçişleri Bakanlığı’na rapor edilmişti. İçişleri Bakanlığı’ndaki belgede Sovyet tehlikesinden bahsedilmediği gibi, Bolşevikler hakkında herhangi bir söz de yok!

“Dünyadaki harp tehlikeleri mevzu bahis olduğunda Gazi Hazretleri önümüzdeki on sene zarfında cihanşümul harbin hemen imkânsız olduğunu söylemiş, fakat terki silahları bırakmanın da esaslı olamayacağını, zira emniyetin teessüs etmemiş olduğunu ifade buyurmuşlardır.”108

Anlıyoruz ki, birileri Atatürk’ün ağzından Sovyetler Birliği aleyhine laf alamayınca hikâyeyi kendileri yazmak zorunda kalmış. Tabii ki Gazi’nin ölümünden sonra! Gerçekte ise Atatürk Sovyetler Birliği ile yakın ilişki kurmakla beraber komünist rejime mesafeliydi. Bu konudaki görüşünü şu cümleyle özetlemiştir:

“Biz ne bolşeviğiz ne de komünist; ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü biz milliyetperver ve dinimize hürmetkârız.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, c.3, s.51)

Gazi, bir yandan komşu ülkelerle iyi ilişkiler kurarken, diğer yandan da millî değerleri koruyarak dengeli bir politika izliyordu.

Ama artık İsmet İnönü’nün devriydi ve 1919’dan beri açıktan ifade ettiği Amerikan sevgisini nihayet kanıtlama fırsatı bulmuştu. 1 Nisan 1939’da ABD’ye “Gerek ithalat ve ihracatta, gerekse diğer tüm konularda en ziyade müsaadeye mazhar ülke statüsü”109 verdi. Amerikan mallarına %12 ile %88 arasında gümrük indirimi sağlayan bu anlaşmayla Türkiye ilk defa yabancı bir ülkeye imtiyaz tanımış oldu.

İnönü, Atatürk’ün ölümünden hemen birkaç ay sonra yapılan bu anlaşmalarla ülkenin rotasını batıya çevirmiş olsa da, savaşta İngiltere ve Fransa yanında yer alamadı. Alması da mümkün değildi. O günün şartlarında böyle bir karara itaat edecek tek bir komutan bile bulamayacağını iyi biliyordu. Zaten o da en büyük rakibi Fevzi Çakmak’ın tafsiyesiyle meşgul idi.Ama İnönü acele etmemesi gerektiğinin bilincindeydi. Zira savaş Almanya lehine gelişiyordu.

İnönü Kurnazlığı
O günlerde herkes Almanya’nın sömürgecilerin işini bu defa bitireceğine kesin gözüyle bakıyordu. 1. Dünya savaşı Almanya açısından bir iş kazası gibiydi. Almanya tartışmasız dünyanın en yüksek teknolojisine, en güçlü ordularına sahipti, savaşı kaybetmesi çok küçük bir ihtimal olarak görünüyordu. İsmet İnönü de böyle düşündüğü için Almanya eksenli bir operasyonla 1942’de varlık yasasını çıkardı. Kanunu Başbakan Şükrü Saracoğlu duyurdu:

“Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.”

“Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.”111

Ermeniler % 232
Yahudiler % 179
Rumlar % 156

Müslümanlardan ise en fazla %5 vergi alınması karara bağlandı. Ama uygulamada bazı zengin çiftçiler dışında kimseden alınmadı. Görünüşteki gerekçe ‘Olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek kârlılığı vergilemek’ olarak açıklansa da, herkes bu yasanın gayrimüslim azınlığa yönelik bir operasyon olduğunu biliyordu.

“Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun bütün şiddetiyle uygulanacaktır.”112

Vergisini veremeyenler ise toplama kamplarına gönderildi.

 
Demek ki kamplar sadece Nazi’lere has bir uygulama değilmiş. O günün Türkiyesi müttefiki Almanya’nın izinden gidiyordu. Neyse ki savaş sonrası bizim kamplarda gaz odaları olduğunu kimse iddia etmedi de yeni bir soykırım suçlamasına maruz kalmadık.

Tabii bütün bunlar olurken Almanya’nın savaşı kaybedeceği hesapta yoktu. İnönü’nün kendi geleceğini garantiye alacak bu tür bir yatırım yapması mantıklıydı. O günkü Meclis ve Hükûmet bütünüyle Almanya tarafında olduğundan İsmet İnönü durumu idare etmek zorundaydı. Bu yüzden Fevzi Çakmak’ın tasfiyesinde acele etmedi. Savaşın sonunu bekledi.

Rüzgâr tersine dönüp Almanya kaybedince 12 Ocak 1944’te Mareşali Alman yanlısı olmak ve yaş haddi gerekçesiyle emekliye sevk etti. Fevzi Çakmak 1945’te düzenlenen Harbiye’nin 100. kuruluş yıldönümü törenlerine davet edilmedi. Hatta ismi mezunlar listesinde bile yoktu. Aralıksız 23 yıl Genel Kurmay Başkanlığı yapmış olan Mareşal dışında bütün emekli subaylar çağrılmıştı.

Artık İsmet İnönü’nün saltanatı başlıyordu. Atatürk’ten sonra Fevzi Çakmak da bertaraf edilmişti.

Oysa Fevzi Çakmak 1921’de Kütahya-Eskişehir hezimeti sonrası Meclis’te idamla yargılanması gündemdeyken sorumluluğu üstüne alarak İsmet Paşa’yı ipten kurtarmıştı. Kendisini defalarca koruyan, başarısızlıklarını örten Atatürk ve Çakmak’a karşı en küçük bir vefa hissi taşımaması bir yana, her ikisine karşı da büyük bir kin duyuyordu.

İnönü, hızlı bir operasyonla Fevzi Çakmak’ın makam aracını elinden aldı. Kömür tahsisi gibi temel yardımlardan mahrum bırakmakla kalmadı, Atatürk’ün verdiği tapulu evini bile boşaltmasını istedi. Ama bütün bunları yaparken ölüm döşeğinde ziyaret fırsatını değerlendirmekten de geri kalmadı. Teşvikiye Sağlık Yurdunda ziyaret talebini Fevzi Çakmak reddetmesine rağmen, Anadolu Ajansı İsmet İnönü’nün Mareşal’i hastanede ziyaret edip sağlık dileklerini ilettiği haberini geçti. 

Yalan ve hileden ibaret ikiyüzlü politikalar son 70 yıllık dramın özetidir. Artık Türkiye sahte Atatürkçülerin çiftliği olmuştu. Ata'nın kapattığı mason locaları 1946'da tekrar açıldı. 

Diğer taraftan, 2. Dünya Savaşı sırasında Almanya ile yakın ilişkiler kuran MEH (Milli Emniyet Hizmeti) Riyaset Başkanı Naci Perkel ve daha pek çokları tasfiye edildi. Hatta bazıları tasfiye değil, infaz edildi.

Enver Paşa'nın kardeşi Nuri Killigil bir süre Almanya'da yaşadıktan sonra, savaştan önce Türkiye'ye gelmiş, Zeytinburnu'nda askeri malzeme üreten bir fabrika kurmuştu. Daha sonra Sütlüce'ye taşınan tesislerde dönemin en gelişmiş tabanca, havan topları ve cephanelerini üreten Nuri Paşa'nın teknolojiyi Almanlardan aldığı sır değildi. 1948'de fabrika bir yangın nedeniyle havaya uçtu, dosya kaza olarak kapatıldı. Tahmin edersiniz, işçilerle birlikte Nuri Killigil de kazaya kurban gitti. 

Alman kanadı pasifize edilince, memleket İttihat ve Terakki'nin diğer iki çocuğuna kaldı: 

1. İngiliz kanadı -doğal olarak- NATO ve Amerika ekseninde yerini aldı.
2. Omurgayı oluşturan Fransa merkezli Jön-Türkler ise "laik sol" görüşü benimsedi

O gün bugündür, devam eden kavga bu iki cenahın mücadelesi olup, masonik biraderlikten gayri ortak paydaları kalmamıştır. Görünen o ki iktidar paylaşımındaki anlaşmazlık bir süre daha devam edecektir; Ta ki, devletin derinliklerinde gözden kaybolan Alman bağlantılar tekrar yüzeye çıkıp duruma el koyana kadar!

Kimse bu iş artık bitti, bu aşamadan sonra Almanya'nın şansı kalmadı diye düşünmesin. 1965'te adı Milli İstihbarat Teşkilatı'na dönüşecek olan MEH'i kuran Albay Walter Nikolai, Alman İmparatorluk Ordu İstihbaratı'nın da kurucusuydu aynı zamanda. Bu görev kendisine elbette Gazi Mustafa Kemal tarafından verildi. Ancak o yıllarda kurumun varlığından kimse haberdar değildi, özellikle de İngilizler. Almanya ile yakın temas halinde "Top Secret" yürütülen bu operasyon 1943'de ifşâ edildi. Tabii İsmet İnönü tarafından...

Sonrası malûm, önce teşkilatın varlığı uluslararası camiaya resmen duyuruldu, sonra da yeni müttefiklere kapılar açıldı. Her ne kadar 1953'te Behçet Türkmen ile başlayan Anglo-Judaik kadrolaşma NATO desteğinde hızlı gelişse de, teşkilatın tamamına hiçbir zaman hakim olamadı.  Kim bilir, kökleri Atatürk'ten, II. Abdülhamid'e kadar uzanan Alman ittifakı belki de uyanmak için uygun zamanı bekliyordur.

1 yorum:

  1. Doğru tarafta onursal yerini almak isteyen birinin illâ Sn.ERDOĞAN'a biât etmesi gerekmemektedir. Şu Marx-bilimsel gerçekliğin tam idrâki içinde İSMET İNÖNÜ'e biât etmesi de yeterlidir: Neo-Tanzimatçılık yolunu 1946 yılında İnönü açmıştır. Yola bilahare Menderes ve Ecevit'in döktükleri molozlar da KEMAL DERViŞ buldozeri ile kaldırılmıştır. Sn.Derviş Pembeköşk Sitesi'nde ikamet ederdi. Sn.ERDOĞAN'ın yürümekte olduğu nurlu-füruğlu yol İNÖNÜ yoludur.

    YanıtlaSil