29-TAPINAK ŞÖVALYELERİ

“Beyler! Tapınakçıların tüm gizemi, davadan başlayarak, Jacques de Molay’nin öcünü alma tasarısında odaklaşır. Ben mason trenlerine pek önem vermem ama Tapınak Şövalyeleri’nin kentsoylu bir karikatürü olan bu mason törenleri ne denli yozlaşmış olursa olsun, Tapınakçı törenlerin bir yansımasıdır. İskoç Riti masonluğun rütbelerinden biri ‘Kadoş Şövalyesi’dir. İbranice ‘öç şövalyesi’ anlamına gelir bu...” (Foucault Sarkacı, Umberto Eco)

***

Kudüs Haçlı orduları tarafından ele geçirildikten kısa süre sonra bir Fransız soylusu olan Hugues de Paynes, Kral II. Baudouin’in özel izni ile 1119’da bağımsız bir tarikat kurarak Süleyman mabedine yerleşti. Daha doğrusu Tapınak dağında Süleyman mabedinin kalıntısı olduğuna inanılan bir yerde üslendiler. Kendilerine ‘Tapınak Şövalyeleri’ denmesi bu yüzdendi. Görünüşteki görevleri Hristiyan hacıları Müslümanların saldırısından korumaktı.

Dokuz kişinin binlerce insanı nasıl koruyacağı kimsenin aklına yatmasa da, bu gizemli şövalyelerin sırrını öğrenmek kolay değildi. Kudüs’te kaldıkları dokuz yıl boyunca kendilerini hacıları korurken hiç gören olmadı. Ama daha sonra onlarca metre tünel kazdıkları tespit edildi. Bu kazılar esnasında her ne buldularsa bir anda dünyanın en zengin finans lobisi oldular.

M.S. 66 yılında Yahudi ayaklanmasında 200 tondan fazla altın ve mücevherin saklandığı bilinmekteydi. Romalılar isyanı bastırıp Yahudileri Filistin’den sürmeden önce gizlenen bu hazinenin varlığı, yüzyıllarca bir efsane gibi dilden dile dolaştı. Bunun bir efsane değil gerçek olduğu ancak 1952’de anlaşıldı. Ölü Deniz parşömenleri arasında bulunan bakır levhalarda mücevher ve altın envanteri ayrıntılı olarak yazılıdır. Süleyman Peygambere kadar uzanan hikâyesi dikkate alınırsa, belki de insanlık tarihinin en büyük hazinesinden söz ediyoruz. Tapınakçı avcılar bu defineyi mi buldular, yoksa başka bir şey mi, bilemiyoruz. Ama şunu biliyoruz ki, apar topar Avrupa’ya döndükten hemen sonra dünyanın en büyük küresel finans sistemini kurdular. Papa’nın da tam desteğini alan tarikat artık krallara bile bağlı değildi.

Mabedin kalıntılarında yıllarca araştırma yapan bu şövalyelerin, Hasan Sabbah’ın haşhaşi örgütüyle de yakın temas kurduğu bilinen bir husustur. Alamut Kalesi’nin yaşlı şeyhi ile Tapınakçılar arasında ne tür bir bilgi alış verişi olduğu hep meçhul kalsa da, bilinen şu ki; her iki örgüt de çok büyük bir güce sahip oldu. Kısa zamanda elde ettikleri bu kudret kralları bile tehdit edecek düzeye ulaştı. Koca Selçuklu Devleti Hasan Sabbah ile baş edemezken, Tapınak Şövalyeleri de Avrupa kralları için büyük bir tehdit haline geldi. Özellikle de Fransa Kralı IV. Philippe (le Bel) çok rahatsızdı, Müslümanlarla ilişkilerinden şüphelenmekte haksız da sayılmazdı.

Tapınakçıların İslam dünyası ile bağlantısı Hasan Sabbah ile sınırlı değildi. 10. yüzyılda ortaya çıkan ‘İhvan-üs Safa’ bir taraftan bilimsel çalışmalara önem veriyor, diğer taraftan da teşkilatın batini yönünü büyük bir hassasiyetle gizliyordu. Tıpkı Tapınak Şövalyeleri gibi, tarikata alınacak yeni kardeşleri özenle seçen bu gizemli örgüt ezoterik sırlarını bugüne kadar korumayı başardı. ‘Arınmış Kardeşler’ anlamına gelen İhvan-üs Safa’nın masonik bir oluşumu andıran yapısı W. Barthold gibi bazı araştırmacıların dikkatinden kaçmadı.

“Kardeşlerimizin bilimlerden hiçbirine düşman olmamaları, hiçbir kitabı hor görmemeleri, mezheplerden hiçbirine önyargı ile bakıp, taassuba düşmemeleri gerekir. Zira bizim görüş ve inancımız bütün mezhepleri kapsar ve bütün bilimleri kuşatır. Bizim ilmimiz, başlangıcı ve sonu, gizliliği ve açıklığı bakımından hepsinin tek bir prensip, tek bir sebep, tek bir âlem ve tek bir ruhtan oluşmaları dolayısıyla, mahsus ve makul bütün varlığın incelenmesidir.” (Risaleler 4, s.41-42)

Din ve mezhep savaşlarının zirvede olduğu bir dönemde böylesi evrensel değerleri açıktan savunmak hayati tehlike arz ediyordu. Aradan 1000 yıl geçmiş olmasına rağmen bugün de durum pek farklı değildir. Dini adamlarının karşı dinden olanı kâfir ve cehennemlik ilan ederek kitlesel savaşlar çıkardığı bir ortamda, İhvan-üs Safa veya Masonluk gibi din, dil, ırk ayrımı yapmaksızın insanları temel bir inançta ve yüksek ahlaki vasıflar paydasında birleştiren ezoterik teşkilatların gizli kalması zorunluydu.

Her ne kadar ortak yönler tespit edilse de, birbirine tam sadakatle bağlı kardeşliği esas alan Masonluk, İhvan-üs Safa ve Tapınak Şövalyeleri arasındaki ilişki hiçbir zaman açıklığa kavuşturulamadı.

Dokuz şövalyenin kurduğu Tapınakçı tarikat tarih sahnesine İsa’nın fakir askerleri olarak çıktı, ama daha yüz yıl geçmeden kralları bile borçlandıracak kadar zengin oldular. 1307’de, 13 Ekim Cuma günü Fransa kralı IV. Philippe tarikatın büyük üstadı Jacques de Molay (Jak dö Mole) dâhil, şövalyelerin üst düzey yöneticilerini tutuklattı. Diğerleri kaçmayı başardı. Bu ‘kara gün’ asla unutulmayacaktı. 13 ve Cuma artık Tapınakçılar için uğursuzluk simgesiydi. Özellikle de Ekim ayının 13’ü Cuma’ya denk gelirse...

Kral tapınakçıları ağır işkencelerden geçirerek sırlarını öğrenmeye çalıştı, ama kimse konuşmadı. Servetlerinin kaynağı sadece para transferinden alınan komisyonlar olamazdı. Yüksek faizle verdikleri krediler bir diğer gelir kaynağıydı. Gerçi Kilise faizi yasakladığı için ‘kira’ adıyla tahsil ediyorlardı. Faizi ‘kâr payı’ olarak meşrulaştıran bugünün İslami finans kurumlarına benzetilebilir. Kapitalizmin tek ilahı para olduğu için dini yoktur. Bu sebeple de paraya tapanlar Tanrı’nın yasakladığı faize her zaman bir kılıf bulmuştur. O dönemde de durum farklı değildi. Kira adı altında işleyen faiz ve tefecilik düzenine Papa göz yumdu.

Tapınakçılar tutuklandıktan sonra bütün aramalara rağmen hazineleri bulunamadı. Onlarca gemiden oluşan filoları da bir anda kayboldu. Fransa’da yargılama süreci başladığı gün her şey ansızın kayıplara karıştı. Oysa tarihçilerin ifadesine göre tutuklananlar Tapınakçıların onda biri bile değildi, diğerleri kaçmıştı. Nereye kaybolduklarını kimse öğrenemedi, bilgi kaynağı olmayınca tarihçiler dosyayı kapattı ve tarikatın yeryüzünden silinmiş olduğuna karar verdiler.

Aslında bilgi edinilememesi doğaldı, çünkü tarikatın içine sızmak imkânsız gibiydi. Titizlikle seçilen adaylar gizlilik yemini ile inisiye ediliyor ve derecelerine göre sırlar yavaş yavaş veriliyordu. Evlenmeleri yasaktı. Bir Tapınak Şövalyesi’nin tek ailesi kardeşleriydi. Aralarında sır olmadığı gibi, kişisel malları da olamazdı. Kardeşliğe dâhil olmak isteyen bütün mal varlığını tarikata bağışlamak zorundaydı. Sonuçta bireysel olarak her biri fakir ama kolektif anlamda hepsi zengindi. Evlenme yasağının temel nedeni de kardeşlik ruhuna aykırı olmasıydı. Eğer evlenirse miras bırakacağı bir ailesi olur, çocukları kardeşlikten öncelikli hale gelirdi.

Tarikata girmeden önce her adayın kardeşlik felsefesini iyi anlaması gerekiyordu. Bu sıradan bir dernek veya örgüt üyeliği değil, ihlas düsturuyla maddi ve manevi varlığını kardeşler için feda etmek demekti. İnisiyasyon öncesi aday karanlık bir hücreye konur, mezara giren birinin dünyaya ait her şeyi terk ettiği gibi tefekkür etmesi istenirdi. Kendisine tarikatın ağır şartları bildirilir, vazgeçme şansı verilirdi. Hâlâ ‘kardeşliğin kölesi olma’ isteğinde kararlıysa tekris ayini ile kabul edilirdi. Bütün süreçte harici (aday) diz üstü çökerek biraderlerin kendisinden yüksek konumunu kabul eder, bir anlamda nefsini aşağılardı.

Ezoterik örgütlerin temel amacı olan ‘buz parçası hükmündeki benliğini’ kardeşliğin kolektif şahsında eriterek ‘okyanus ile bir olma’ toplum kavrayışının ötesindedir. Kişisel servetinden, yakınlarından, makamından, kısacası bütün varlığından biraderleri uğruna vaz geçip nefis cihetiyle ‘hiç’ olan biri kardeşliğin her şeyine sahip olurdu. Tarikatta konuşulan hiçbir söz –önemsiz bile olsa– bir hariciye asla söylenemezdi. Önceki yaşamında ettiği bütün yeminler o günden sonra geçersiz sayılır, yeni hayatında sadece kardeşlere bağlılık yemini geçerli olurdu.

Tarikatın spiritüel lideri St. Bernard de Clairvaux kardeşlik ruhunun oluşturduğu şahs-ı maneviyi yücelterek Tapınakçıların metafizik yönüne değer verirdi. Kendilerinden sayıca çok üstün düşman kuvvetlerini alt etme becerisinin, kardeşliğin kolektif şahsında olduğuna vurgu yaparak tarikata tam destek verdi. Gerçekten de Tapınak Şövalyeleri az sayıda olmalarına rağmen Kudüs’te başarılar elde etmişti. Bu da Rahip Bernard’ın, galibiyet sırrının çoklukta değil, kişisel çıkarlardan ve benlikten feragat ederek ‘tek vücut’ olmaktan kaynaklandığı inancını doğruluyordu.

Bir casusun bu özel bilgilere ulaşması yıllar alırdı, kendini ele vermeden görevini başarması çok zordu. Kralın ise beklemeye tahammülü yoktu. Her devirde olduğu gibi, o dönemin de tabuları vardı. Kral Philippe Papa V. Clement’in desteğini nasıl alacağını iyi biliyordu. Fransa Kralı Tapınakçıları kâfirlikle suçladı. Bunun üstüne eşcinsellik, büyücülük, şeytana tapınma gibi suçlar da eklenince Papa’dan idam fetvasını almak zor olmadı. V. Clement zaten Fransa himayesindeydi, kralın eski arkadaşıydı. Papalık koltuğuna oturmasını Kral Philippe sağlamıştı.

Büyük Üstat Jacques de Molay 1314’te ağır ateşte yakılarak infaz edilirken hem Papa’yı hem de Kralı lanetledi, yakında onların da öleceği kehanetinde bulundu. Gerçekten de her ikisi de o yıl içinde öldüler. Resmi tarih kitapları Tapınakçıların bu yargılamadan sonra tamamen imha edildiğini, tarikatın yok olduğunu yazar. ‘Resmi’ dememizin nedeni, akademik çevrelerce kabul edilen ‘bilimsel görüş’ olmasından dolayıdır. Haliyle, tarikatın bugün varlığını devam ettirdiğini iddia etmek komplo teorisi kapsamına giriyor.

‘Komplo teorisi’ günümüzde küresel medyanın kullandığı bir çeşit psikolojik silaha dönüşmüştür. Artık ‘ana akım medya (main stream media)’ diye bir kavram var. Kitle iletişim (mass media) veya küresel medya da deniyor. Her ülkede var olan bu ana medya grubunu takip edenler düzenin onayladığı sağlıklı kişiler olarak onurlandırılırken, bunun aksine haberlere ilgi duyanlar ‘paranoya’ tehdidi ile sindirilir.

Ne de olsa kimse akıllara ziyan teorilere inanan ruh hastalarıyla birlikte anılmayı istemez. Böylece J.F. Kennedy cinayeti üzerine kafa yoranlar fazla ileri gidemez. Biraz merak etse bile sınıra yaklaştığında durur, konuyu değiştirir. Ay’a gidilip gidilmediğini tartışanlar, tıpkı ‘Titanik batmadı Portekizli korsanlar tarafından kaçırıldı’ diyen kaçık gibi aşağılanan gözlerle süzülür. Global finans sistemini kontrol eden bir şebeke veya dünyayı yöneten gizli örgütler konusu açıldığında herkes sınırların farkındadır. Komplo teorileriyle yaşayan bir paranoya olarak damgalanma korkusu pek çok insan için aşılması zor bir komplekstir. Tapınak Şövalyeleri’nin gizemli öyküsü de bu yüzden bilimsel araştırma konusu olmaktan çıktı ve tarihin tozlu raflarında yerini aldı. Aslında onlar hakkında her türlü akademik araştırma yapılabilir, ancak varlıklarını hâlâ devam ettirdiklerini iddia etmemek şartıyla!

Oysa hepsinin infaz edilmediği bilinen bir gerçekti. Her ne kadar Fransa merkezli bir katliama maruz kalsalar da, Tapınakçıların Kıbrıs’tan İngiltere’ye kadar çok geniş bir coğrafyada mal varlıkları ve nüfuzları vardı. Hepsinin bir anda imha edilmesi olanaksızdı. Nitekim pek çok kaynak Fransa’dan kaçarak İskoçya’ya sığınan Tapınakçılardan bahseder. Diğer bir bölümü ise doğuya yönelmiş, o günün şartlarında en korunaklı coğrafya olan Alp Dağları’nın ulaşımı güç bölgelerine yerleşmişti. İlginç bir tesadüftür; yüzyıllar sonra orada dünyanın finans merkezlerinden biri olan İsviçre Devleti doğacaktı. Hiçbir uluslararası organizasyona bağlı olmamaya özen gösteren bu bankalar ülkesi Tapınakçıların ‘özerklik’ tutkusunu anımsatıyor. Tapınak Şövalyelerinin bayrağının beyaz zemin üstünde kırmızı haç, İsviçre bayrağının ise kırmızı üzerine beyaz haç olması da belki tesadüftür. Yedi kişilik yönetim kurulu tarafından bir şirket gibi idare edilen bu gizemli ülke hakkında detaya inip kafaları daha fazla karıştırmayalım.

Anlaşılan o ki, Tapınakçı tarikat bu defa daha temkinliydi, pervasız tutumları pahalıya mal olmuştu. Sadece bir ülkeyi merkez edinmenin faturası ağır olunca, çıkardıkları derslerin başında bütün yumurtaları aynı sepete koymamak prensibi geliyordu. Fransa’yı terk ederken yeni merkezleri artık İskoçya ve İsviçre olacaktı. Asla bulunamayan büyük hazineleri ve sırlarıyla yer altının derinliklerinde gözden kaybolurken, intikamlarını almak için tekrar çıkacakları güne kadar onlar hakkında kimse bir şey bilmeyecekti. Fransa monarşisi ve Vatikan artık Tapınakçıların baş düşmanıydı. Müttefikleri ise önce İngiltere’ye karşı bağımsızlık mücadelesi veren İskoçya, daha sonra İngiltere oldu. Ne de olsa düşmanlar ortaktı. Üstelik İngiliz kraliyet ailesi yüklü bir hazineye asla hayır demezdi.

                                                                  
Para ve Yahudi  
O sıralarda Fransa kraliyetinin tek derdi Tapınakçılar değildi. Tarihte para deyince akla gelen en büyük lobi her zaman Yahudiler olmuştur. Bu finansal bir maharet değil, tefecilik ve faiz gelirinin doğal sonucuydu. Resmi tarihçiler, Tapınak Şövalyeleri ile Yahudiler arasında bir bağ kurulmasından uzak durur. Oysa Kral IV. Philippe Tapınakçılardan önce Yahudilerle hesaplaşmıştı. Daha doğrusu faturayı önce Yahudi bankerlere kesmişti.

1306’da, bütün Yahudilerin Fransa’dan kovulması ve Fransa’ya girişlerini yasaklayan kanunlar çıkarttı. Hemen akabinde ise Tapınak Şövalyeleri’nin icabına baktı. Hesaplaşma çok ağır olmuştu. Sadece mal kaybı değil, ağır işkencelerden geçirilerek katledilmeleri, hem Tapınakçıları, hem de Yahudileri Fransa kraliyet ailesine karşı asla dinmeyecek bir intikam duygusuyla kinlendirdi. Ortak düşmana karşı ittifak kurmaları makuldür.

Onlara en büyük desteği memnuniyetle sağlayacak olan da İngiltere’den başkası olamazdı. Bu dayanışmanın ödülünü aldıkları kesindir. Fransız hanedanı giyotin altında tarih sahnesinden silinirken, İngiliz kraliyet ailesi hâlâ dimdik ayakta duruyorsa, doğru ata oynama becerilerindendir. Diğer hanedanların aksine, İngiltere monarşisi küresel medya ve sermaye lobilerinin hedefi olmadığı gibi, her zaman desteklenmiştir. Bugün bile İngiltere’de kimse kraliyetin gerekli olup olmadığını tartışamaz, medya böyle bir haberi asla yayınlamaz. Öyle anlaşılıyor ki, iktidarın sırrı iki güce dayanıyor: Para ve medya!

Finansal kaynaklar kısılıp insanlar aç bırakıldığında –1789’da Fransa’da olduğu gibi– halk isyana hazır hale gelir. İyi bir organizasyonla her rejim yıkılır. Devrimin en önemli tahrik unsurlarından biri olarak Marie Antoinette’e ithaf edilen ‘Ekmek bulamıyorlarsa pasta (brioche=çörek) yesinler’ sözü hiçbir zaman kanıtlanamadı.

Her konuda belgeye dayanma gereği hisseden resmi tarih nedense kaynağı asla bulunamayan bu sözü hafızalara kazıdı. Devrimin en heyecanlı günlerinde bu kara propogandanın halkı nasıl galeyana getirdiğini tahmin edersiniz. Aç insanlar kraliçeye karşı öfkeyle doldu.

Demek ki, para ve medya kimin elindeyse kral odur!

XVI. Louis’nin başı giyotinle bedeninden ayrıldığında bir biraderin yaklaşıp ‘Jacques de Molay, intikamın alındı’ dediği rivayet edilir.

Tapınakçıları ve Yahudileri ortak bir paydada birleştirmeye en uygun mekân tabii ki mason localarıydı. Her ne kadar kökleri Süleyman mabedini inşa eden mimar Hiram Abif’e kadar uzansa da, masonluk eski çağlarda hiçbir din veya mezhebin kontrolünde değildi, sadece bir meslek locasıydı. Ahlaki değerler inşaat bilimi ile birlikte çıraklara uzun bir süreçte aktarılırdı. Felsefenin özünde yatan ‘Bir olan Yaratıcı’ (Kâinatın Ulu Mimarı) geleneksel Musevi inancıyla uyumluydu.

Tapınak Şövalyeleri zaten bu inanca yakındı, Kudüs’te bulundukları yıllarda hem Müslüman hem de Musevi cemaatiyle ilişki kurmuşlardı. Dolaysıyla; Hristiyan, Musevi ve Müslüman mimarları din ayrımı yapmadan kabul eden masonluk onlar için de uygun bir çatıydı. İskoç Riti’ne bağlanarak aynı şemsiye altına girmekte bir sakınca görmediler. Yani Kral Philippe suçlamalarında tamamen haksız değildi. Belki Kralın iddia ettiği gibi gizli Müslüman olmasalar da, Tapınak Şövalyeleri İslam ve Musevi ezoterizminin ortak noktalarını iyi biliyordu.

Onlar İskoçya’da yer altına çekilip yeni bir oluşumun temellerini atarken Fransa’da sular durulmuyordu. Jacques de Molay’nin lanetlediği Kral Philippe öldükten sonra oğlu X. Louis tahta çıktı. Ekonomik durum hiç parlak değildi. Ülkenin en önemli iki sermaye lobisi kovulunca hazine boşalmıştı. Kral, vergi gelirlerinden faydalanmak amacıyla Yahudilerin geri dönmesine kısmen izin verdi. 1315’te çıkarılan bir kanunla 12 yıl süreyle ülkeye girişlerini serbest bıraktı ama bu süre sonunda tekrar çıkarılmaları mümkündü. Ayrıca kollarında Yahudi olduklarını gösterir kolluklar bulundurmak zorundaydılar.

Bu uygulama akla hemen Nazi’leri getiriyor; neden Fransa’nın da aynı yöntemleri kullandığından habersiz olduğunuzu merak edebilirsiniz. Almanlara olan kinleri henüz yatışmamış olmalı ki, Nazi mezalimi(!) hafızalarda canlı tutuluyor. Aslında Fransa’daki Yahudi düşmanlığı daha köklüdür ve Almanya’dan çok daha derin temellere dayanır. Almanya, anti-semitizm skalasında Fransa ve Rusya’dan çok daha geride olsa da, adı çıkmıştır bir kere!

Yahudiler Fransa’da hep diken üstünde oldular. 1394’te VI. Charles bir fermanla hiçbir Yahudi’nin ülkesinde yaşamaya hakkı olmadığı ilan etti. Hristiyanlara karşı uzun zamandır işledikleri suçlar ve bunların neden olduğu şikâyetleri dikkate alarak böyle bir karara vardığını açıkladı. Yahudilere Fransa’daki işlerini tamamlamak ve borçlarını kapatmak için süre verildi. Kral VI. Charles –tıpkı ataları gibi– çareyi Yahudilerden ülkeyi temizlemekte buldu. Para-Yahudi ikilisi her zaman devletin başına dert olmuştu.

Fransa Kralının yerinde olsaydınız siz ne yapardınız? Kendi ülkenizde, kendi halkınız önünde aciz kalarak, çaresizlik içinde bankerlere boyun bükmeye mi devam ederdiniz, yoksa...?!

Eğer duygusal coşkunluğa kapılıp “Tapınak Şövalyesi, Yahudi Lobisi dinlemem hepsinin kökünü kazırım, ülkemi sömürenlerden hesap sorarım” gibi bir şecaat sergilemeye karar verdiyseniz, bu karar sonunuz olurdu. Nitekim Fransız kraliyet ailesinin de sonu oldu. Fransa’dan kovulan Tapınakçılar ve Yahudiler İskoçya’da mevzilenip finansal güçlerini birleştirince İngiliz Kraliyet ailesine bu muazzam gücü kullanmak kaldı. Artık yeryüzünde hiçbir hanedanın karşı koyamayacağı finansal şebeke İngiltere ile işbirliği içinde dünya krallarını dize getirecek, boyun eğmeyenlerin saltanatına son verecekti.

İlk boynu vurulan da Fransız hanedanı oldu. 1314’te ağır ateşte yavaş yavaş yakılarak idam edilen büyük üstat Jacques de Molay’nin intikamını Tapınakçılar 1789’da aldı. İhtilal amacına ulaştı, XVI. Louis ve eşi Marie Antoinette giyotin altında can verirken ölen sadece kraliyet değildi. Fransa’nın bin yıllık manevi değerleri de idam edilmişti. Uzun süre derinden faaliyet gösteren şebeke, devleti politik ve finansal anlamda ele geçirmekle kalmadı, sosyal yapısını da çökertti. Yüzyıllar boyunca Katolik Kilisesi’nin en güçlü koruyucusu olan Fransa devleti, Haçlı Ordularına komuta eden, Kudüs Krallığını yöneten Fransız soyluları artık tarih olmakla kalmamış, yeni yetişen nesil, hem atalarına, hem de dinine düşman edilmişti. Avrupa’nın en dindar halkıyken, kısa sürede ateizm oranı en yüksek ülke durumuna gelen Fransa’dan yeryüzüne iki ölümcül virüs yayıldı;
- Irkçılık
- Dinsizlik

Şeytanın çocukları bu ilk büyük zaferin onuruna tezgâhı Fransa’da kurdu. Kraliyete son verilmişti ama ikinci ortak düşman hâlâ ayaktaydı; Vatikan yok edilene kadar devam edecek olan ittifak, Tapınak Şövalyeleri ve Yahudileri Lejyonun hizmetinde birleştirdi. Artık Fransa “cismi insan, özü şeytan” bir familyanın merkeziydi.

Bediüzzaman’ın âdeta adres gösterir gibi, sürüngen soyunun Paris’te üslendiğini belirterek Franko-Devlet’in merkezine işaret etmesi ilginçtir;

“... Sonra Paris’e git ve en büyük localarına gir. Göreceksin ki, akrepler insan libası giymişler ve ifritler adam suretini almışlar.”31

1 yorum: