17-ATA'nın KATİLLERİ

Bir zamanlar Encümen-i Daniş'in yöneticiliği yapmış olan Hıfzı Oğuz Bekata'nın talebi üzerine Dr. Lebit Yurdoğlu Ata'ya uygulanan tedavi yöntemini araştırdı. 18 Ekim 1962'de Dr. Yurdoğlu bir uzman olarak görüşünü şöyle bildirdi;

"Bu konuyu derinlemesine araştırdığımda sorunun sadece geç teşhis olmadığını teşhisle uyumlu ilaçlar kullanılmadığını tesbit ettim. Sıtma tedavisi için kullanılan kinin ilacının 43 şişe kullanıldığını gördüm. Bu kadar kinin kullanıldığında karaciğerinde onarılmaz yaralar açacağını her hekim bilir. Bunun sanki bilinçli kullanılmış olduğu izlenimi edindim."

Dr. Yurdoğlu, her doktorun bildiği en temel konularda yanlış uygulama yapılmasının bir hata olmadığından emindi. Tedavi amaçlı verilen Piremidon'un toksik (zehirli) olduğu kesindir.  Civalı diuretik olan Salyrgan adlı ilaç ise, 3 Ağustos 1938 tarihinde yapılan konsültasyondan önce tehlikeli olduğu bilindiği halde kullanımına devam edilmiştir. 

"Eppinger, Bergman, Dr. Fissinger, Dr. Neşet Irdelp hekimlik görevlerini bilinçli bir şeklide eksik yaptıkları kanısı bende hakim olmuştur."

Atatürk'ün nasıl zehirlendiğine ilişkin pek çok belge ve kitap yayınlandığı için teknik ayrıntıları ilgili kaynaklara havale ediyoruz.

Sarı Lider
Avram Benaroya’nın anıları Yunan komünistlerinin yayın organı Laiki Foni (Halkın Sesi) gazetesinin 1Ağustos 1948 tarihli 685. nüshasında yayınlandı:

“Türkiye’deki mason cemiyetinin Kemal Atatürk tarafından kapatılarak faaliyetinin durdurulduğunu Moskova’da tarihi bir yerde yoldaşlar arasında yapılan bir toplantıda işittiğim zaman, beynimden okla vurulmuş gibi sersemledim. Heyecandan şaşırmış bir halde, oradakilere haykırdım: O Sarı Lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır. Mefkûremize imha edici darbe vuranların akıbeti feci şartlar altında ölümdür!”


Benaroya Türkiye’den gelen habere çok kızmıştı. Masonların iki numaralı ismi Mustafa Hakkı Nalçacı acilen Moskova’ya toplantıya çağrıldı. Yan odada Yunan gazeteci Apostolos Grasoz ve Stalin’in istihbarat şefi Lavrenty Beria’nın konuşmaları kaydettiklerinden habersizdi.

“Mason biraderler cemiyetimiz kapatıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi O’nun her hareketini alkışladılar. Zamanla O’nun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki, Sarı Lider kendiliğinden bu çemberin içine girip hayatını bize teslim etti. 1937 yılı ortalarında, ismini açıklayamayacağım bir doktor bazı şöhretlere dayanarak Atatürk’e ilk darbeyi sinir organlarını zaafa düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdiği tedavi usulü, Atatürk’ün sinir organlarını felce uğrattı. Atatürk’te zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar, karşısındaki arkadaşı tanımamazlıklar kendini göstermeye başladı. O’nun pek elim bir vaziyette olduğunu, beşinci kollarımızın ajanları gizliden gizliye yaymağa ve hastalığın öldürücü olduğunu efkârı umumiyeye duyurarak millî hislerde zaaf hâsıl etmeye çalıştılar. Atatürk’ün hastalığı efkârı umumiyede şüyû bulunca vazifemizin birinci faslı muvaffak oldu.”


Benaroya masonluğa ihanet edenlerin nasıl cezalandırıldığını övünerek anlatırken, Apostolos Grazos da 1-5 Eylül 1949 tarihinde Laiki Metopo (Halk Cephesi) gazetesinde yayınlanan makalelerinde aynı gerçeği şöyle itiraf ediyordu:

“Filistin Siyon kolonilerini meydana getirmek için Osmanlı İmparatorluğu’nu parçaladık. Bundan sonra yapılması elzem olan üç vazife daha vardı. Bunları seri olarak tatbik etmek icap ediyordu ki, Dr. Abravaya (Marmaralı) ve Dr. Fissenger cidden bu işte fedakârane çalıştılar. Bazı Avrupalı tıp dâhileri, siroz mütehassısları, Sarı Lider’in hastalığı ile meşgul olmak istediklerini Türk hariciyesine bildirmişlerse de, Türkiye’deki mukaddes üçgenimiz meydana getirdikleri muhkem mevki ve selahiyetlerini, cemiyetimize muhalif olanlara Sarı Lider’in tedavisinde vazife vermemekle bize pekâlâ ispat ettiler.”101

Bu arada iki önemli noktayı belirtmek gerekiyor;

Birincisi, Siyonizme endeksli masonik çıkarlar bütün ideolojilerin üstündedir. ABD, Türkiye ve SSCB arasındaki ilişkiler her ne olursa olsun, biraderlerin kurumsal ilişkileri her zaman en üst düzeyde olmuştur.

 

İkinci husus; Yahudilere Filistin topraklarını açan İngiltere’nin İsrail devletinin kuruluşunda aynı kolaylığı göstermeyişidir. İngilizlerin engellemelerinden bıkan Yahudiler aradıkları desteği Stalin’den buldular. Böylece İsrail SSCB’nin yardımlarıyla 14 Mayıs 1948’de kuruldu. Her iki Yahudi-Mason biraderin Atatürk’ü nasıl ortadan kaldırdıklarını övünerek ulu orta anlatmaları zafer sarhoşluğuna verilebilir.

Türkiye’nin ana akım medyası 1 Mayıs 1948’de faaliyete geçti, yani İsrail’in doğum günlerinde...

Sedat Simavi’nin ilk manşeti şöyleydi: “Ürdün ve Irak orduları Filistin’e girdi.” Demek ki, Orta Doğu ile yakından ilgileniyordu. Ama nedense Siyonistlerin eline bulaşan Atatürk’ün kanını görmedi, görmek istemedi! Biraderleri Yunanistan’dan yayın yaparak Sarı Lider’den nasıl intikam aldıklarını haykırırken Türkiye medyasının görevi olayı örtbas etmekti. Mankenlerin, futbolcuların özel hayatını ana haber bültenlerinde günlerce tartışacak kadar önemli bulan basın, konu Atatürk’ün ölümü olunca nedense derin bir sessizliğe gömülür… 


Mareşalin Ölümü
Gazi Mustafa Kemal ilkti, ama tek değildi. Artık cumhuriyet tarihinin suikastlar sayfası açılmıştı.


Hasan Rıza Soyak’ın hatıralarından öğrendiğimize göre, Atatürk kendisinden sonra İsmet İnönü’nün değil, Fevzi Çakmak’ın Cumhurbaşkanı olmasını istemişti:

“Şüphesiz ki konuşma ve seçme hakkı TBMM’ye aittir, ancak bu konudaki düşüncelerimi belirtmek isterim. Akla ilk olarak İsmet Paşa gelmektedir, kendisi bu ülkeye büyük katkılarda bulunmuştur. Ancak, bir nedenden dolayı kamuoyunun teveccühünü kazanamamış gibi görünüyor. Mareşal Fevzi Çakmak da ülkesine büyük katkılarda bulundu ve bununla birlikte herkesle de iyi geçinebilmekte. Üslerinin düşüncelerini her zaman takdir etmiş ve kimse ile kavga içerisinde değil. Bu sebeplerle kendisi devletin başı için en uygun adaydır.”

Bu yüzden biraderler ellerini çabuk tuttular, Atatürk vefat eder etmez hemen ertesi gün, 11 Kasım 1938’de İsmet İnönü Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu. Artık tek rakibi Fevzi Çakmak'tı. 1947’de yaptığı bir basın toplantısında Mareşal şunları söylemişti:

“CHP propagandacıları beni kastederek ‘O da, demokratlar da asılacaktır’ diyorlar. Evet. Bu gidişin sonunda ben de, demokratlar da asılabiliriz. Fakat şuna emin olsunlar ki, asılırsak sadece bu memlekete ve millete hizmet etmek istediğimiz için asılmış olacağız.”

Nitekim bu öngörüsünde haklı çıktı. Seçimler yaklaşırken soğuk algınlığından gittiği hastanede prostat ameliyatı yapıldı. Birdenbire kimsenin tanımadığı askeri bir doktor Ankara’dan kalkıp gelmiş ve Mareşal ile yakından ilgilenmeye başlamıştı. Ameliyat yanlış yapıldı, Fevzi Çakmak’ın sağlık durumu daha da bozuldu. Yeni ameliyat için yeterli paranın olmayışı nedeniyle oturdukları evi satmaları gerekiyordu.

Mareşal’in eşi Fitnat Hanımın anlattığına göre, adı Fevzi Taner olan bu doktor kendilerine hükûmetin ev tahsis edebileceğini söylemiştir. Bu durum tedirginlik yaratır. Demek ki doktor hükûmetle yakın ilişki içindedir diye düşünürler. Diğer uzmanların yaz aylarını bekleme tavsiyesine rağmen bu esrarengiz doktor bir an önce ameliyat edilmesinden yanadır. Ama aile de temkinlidir, Fitnat Hanım ulaşabildiği bütün doktorları haberdar ederek ameliyatın uzmanların gözetiminde yapılması sağlar.

Ameliyat başarılı geçer. Gerekli olan 10 şişe kan temin edilir, ayrıca Dr. Fevzi Taner’in kendi gayretleriyle bulduğu bir şişe plazma Mareşal’e verilir. Bu arada diğer doktorlara her şeyin yolunda olduğu söylenmiş ve hepsi uzaklaştırılmıştır. Hastanede yeni çalışmaya başlayan bir doktor ve yeni bir hemşire işe el atar. Kan verme işlemi tamamlandıktan sonra Mareşal’in durumu ağırlaşır.

Fitnat Hanımın ifadesine göre Mareşal birden titremeye başlar, ama hastanede tek bir doktor bile yoktur. Aceleyle evine gittiği başhekim ‘Benim haberim olmadan tek bir iğne bile yapılmayacak demedim mi?’ diyerek hastaneye koşar. Ama iş işten geçmiştir. Mareşal kurtarılamaz.

Bir an önce defnedilmesi için baskı yapılması Fitnat Hanımı daha da tedirgin eder. Eşinin cesedini iki gün evde muhafaza etmesi bir yarar sağlamaz, kimsenin otopsi yapmaya niyeti yoktur. Sonunda defnedilir ve hiçbir adli soruşturma yapılmaz.

Ankara’dan gelmiş olan Dr. Fevzi Taner ve diğerleri ortadan kaybolur. Fitnat Hanım bir hafta sonra Fevzi Taner’i son model siyah bir arabayla görmüştür. O günün şartlarında bu bir doktor için oldukça lüks bir harcamadır. Belli ki büyük bir hizmetin karşılığında ödüllendirilmiştir. Ama bu rahatı fazla sürmedi, Dr. Fevzi bir yıla kalmadan trafik kazasında öldü.113

Bir Başbakan
Yeri gelmişken Refik Saydam’ın zamansız ölümüne de kısaca temas edelim. O da Atatürk ve Fevzi Çakmak gibi Almanya'dan yanaydı. 8 Temmuz 1942’de aniden vefat etti. İnönü ile derin bir anlaşmazlık içindeydi. Devlette bazı şeylerin değil, her şeyin yanlış gittiğini düşünüyordu.

Bugün pek fazla bilinmeyen Struma olayında Almanya ile ortak hareket etti. Romanya’dan kalkan bu gemi 800 Yahudi’yi Filistin’e götürüyordu. Aslında İsrail demek daha doğru olur, ama devlet henüz kurulmamıştı. Bugün olduğu gibi o gün de Siyonistler bir an önce Yahudilerin Filistin topraklarına yerleşmesini arzuluyordu.

En son Benjamin Netenyahu’nun Charlie Hebdo olayını bahane ederek Fransa Yahudilerini ana vatanları(!) İsrail’e çağırdığı gibi, o günün Siyonistleri de Almanların baskısını fırsat bilerek Yahudileri Filistin’e yerleştirmeye gayret ediyordu.

İşte böyle bir ortamda yola çıkan Struma gemisi Karadeniz’de arızalandı. Gemi çok eskiydi, tamir edildi ama İstanbul açıklarında tekrar arızalanınca demirlemek zorunda kaldı. Türkiye Musevi cemaati kendilerini karşılamak için bekliyordu. Dönemin Başbakanı Refik Saydam kimsenin gemiden inmesine izin vermedi. “Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlara mekân olamaz” diyerek Almanya’dan yana tavır aldı.

O yıllarda İngilizler Filistin’e Yahudi göçünü sınırlı tutmaya gayret ediyordu. Dolaysıyla yolcuların Türkiye’ye yerleşmesi İngilizlerin işine geliyordu. Almanya ise gemide salgın hastalık olduğunu belirterek yolcuların tahliye edilmemesini istedi. Olay diplomatik bir krize dönüştü.

Gemide mahsur kalanlar üç ay boyunca aç susuz perişan oldu. Savaş yıllarında herkes toplu ölümleri o kadar kanıksamıştı ki, yürekleri sızlatan bu tablo, o günün şartlarında sıradan bir olaydı.

Bugün galip devletleri yargılayacak bir mahkeme olmadığı için sadece Almanya’nın suçları konuşuluyor, ama savaş bittikten sonra hiçbir direniş olmamasına rağmen Dresden’de hava bombardımanı ile 200 binden fazla sivil Alman katledildi.114

Japonya’da yüz binlerce masum insan atom bombasıyla öldürüldü. Bu katliamların hiçbiri soykırım olarak adlandırılmadığı gibi savaş suçu bile sayılmadı.

İşin gerçeği, on binlerce insanın bir anda imha edildiği o dönemde Struma’daki 800 kişi kimsenin umrunda değildi. Sadece birkaç kişinin inmesine izin verildi. Vehbi Koç’un gayretleriyle Standard Oil şirketinin Romanya müdürü Martin Segal ve ailesi kurtarıldı. Yani, yine zengin kapitalist paçayı kurtardı, her zaman olduğu gibi fakirler ölüme terk edildi.

Daha sonra Türk Hükûmeti gemiyi Şile açıklarına çektirdi. 24 Şubat 1942’de büyük bir patlamayla infilak eden gemide yüzden fazlası çocuk olmak üzere bütün yolcular öldü. Tek kurtulan David Stoliar oldu. Yıllar sonra İsrail radyosuna verdiği demeçte geminin bir Türk torpido botu tarafından vurulduğunu söyledi. Türk Hükûmeti bunu hiçbir zaman kabul etmedi. Daha sonra Struma’nın bir Sovyet denizaltısı tarafından vurulduğu açıklandı. Aynı denizaltı bir gün önce Çankaya adlı bir Türk kargo gemisini batırmıştı.115 Ama bu açıklama İsrail’i hiçbir zaman tatmin etmedi. Siyonist rejimin temeli kin üzerine kuruludur. Rivayet odur ki; 31 Mayıs 2010 tarihinde Mavi Marmara katliamı ile Struma’nın intikamı alındı. Operasyona katılan bazı İsrail askerleri 68 yıl önce Struma gemisinde ölen Yahudilerin akrabalarıydı.

Kısacası, 2. Dünya Savaşı’nın en hararetli günlerinde Türkiye açıkça Almanya yanında idi. Her ne kadar savaşa girmesek de, herkes bizi Almanya’nın müttefiki olarak görüyordu. Aksi halde Sovyet denizaltıları neden Türk gemilerini batırsın?!

Başbakan Saydam’la çatışma içinde olduğu o günlerde İsmet İnönü’nün tavrı tarafsız gibi algılandı. Aslında tarafı belliydi ama hem devlet, hem halk Almanların yanında olduğu için nötr politika izlemeyi tercih etti. Savaşın sonucunu bekledi.
 
Türkiye’nin Yeni Tarihi
Almanlar savaşı kaybedince biz de tarih kitaplarının ilgili sayfalarını değiştirdik. Galip devletlerin istekleri doğrultusunda yazılan yeni tarih geleneksel Alman-Türk dostluğuna noktayı koydu. Buna nokta demek doğru olmaz, noktalı virgül diyelim. Kim bilir, belki yakın bir gelecekte Almanya işgalden kurtulur, Türk gençleri de Franko-Devlet’in masal kitapları yerine gerçekleri okur öğrenirse, eski dostluk günleri tekrar canlanabilir. Bir ümit...

Refik Saydam’ın tek kusuru Alman yanlısı olması değildi. Hemen hiçbir konuda İsmet İnönü ile anlaşamıyordu. Türk Hükûmeti Yahudiler üzerindeki baskıyı artırdı, pek çok kurumda işten kovuldular. Almanya, Hitler aleyhine yapılan yayınlara karşı hassastı. Türkiye gereken önlemleri aldı, Almanya karşıtı propagandaya izin vermedi.

Savaşın o hararetli günlerinde Refik Saydam Pera Palas’ta aniden kalp krizi geçirdi. Gelen doktor telaş edecek bir durum olmadığını söyleyerek hastaneye naklettirmedi. Gece tekrar fenalaştı, ama ambulans bile gelmedi. Bir gün önce sapasağlam olan Başbakan Refik Saydam 8 Temmuz 1942’de vefat etti

Zehirlendiği iddia edildi ama herhangi bir inceleme yapılmadan defnedildi. Başbakan, Genel Kurmay Başkanı gibi devleti en üst düzeyde temsil eden kişilerin şaibeli ölümü neden araştırılmadı sorusu akla gelebilir; ama otopsi yapılıp gerçek ölüm nedeni belirlense bile ne değişecekti ki?

Merhum Turgut Özal’ın ölümü 19 yıl tartışıldı. 2012’de mezarı açıldı, pek az bozulmuş bedeninde hiçbir tartışmaya meydan vermeyecek şekilde yüksek miktarda zehir tespit edildi. Peki ne değişti? “Zehir bulundu ama zehirlendi diyemeyiz” gafıyla skandallar tarihine geçen bir rapordan başka? Madem zehirleyen yok, demek ki merhum Özal zehri kendisi içmiş...

Franko-Devlet yıkılmadan işlediği cinayetler asla çözülemez. Fâiller bulunursa şebekenin saltanatı son bulur. Dolaysıyla bugün hiçbir mahkeme Atatürk’ün katillerini yargılayacak güçte değildir.

İşin aslı, 1923’te kurulan devlet hiçbir zaman tam bağımsız olmadı. Gazi Mustafa Kemal ile olmayı denedi, ama başaramadı. O tarihten bu yana her kim Franko-Devlet’in karşısına çıktı ise zehirlendi, trafik kazasına kurban gitti, kalp krizi geçirdi, arabası bombalandı, vuruldu, uçağı düştü... Kısacası şebekeye dokunan herkes bir şekilde bertaraf edildi. Atatürk’ten başlayarak bugüne kadar işlenen bütün cinayetler, en somut kanıtlarıyla ispatlansa bile katiller asla bulunamayacaktır!

Türkiye Cumhuriyeti’nin en derin sahibi olan Franko-Devlet bütün gücünü gizlilikten alır. Medya, partiler ve halkı yönlendiren sivil toplum örgütleri bu çetenin kontrolündedir. Atatürkçülükleri yalan, milliyetçilikleri aldatma, dindarlıkları sahtedir.

İnsanların en hassas olduğu inanç ve etnik aidiyet üzerinden yapılan siyaset, dünyanın en sığ ve seviyesiz siyasetidir. Din ve milliyetçilik duygularının istismarından daha sefil bir politika düşünülemez. Partilerin ön ayak olduğu mezhep çatışmaları ve etnik kavgalarla toplumun enerjisi boşaltılırken Franko-Devlet hep gizli kalır.

Onlar bu milletin bütün değerlerine düşmandır. Diline, dinine, sanatına, mezhebine, sağcısına, solcusuna, her şeyine! Franko-Devlet Alevi kanı üzerinden siyaset yapmayı pek sever. Sünniyi ezip mezhepçilik yaratır, sonra Alevi katliamı yaptırıp keyifle izler. Ülkeyi komünist düşmandan kurtarın dolduruşuyla ülkücüyü solcuyla çatıştırır, sonra her ikisini de zindanlarda çürütür. Diyarbakır hapishanelerinde en ağır işkencelerle Türk’ün gücünü gösterir ki cezaevinden çıkan herkes gitsin PKK’ya katılsın. Böylece Kürt halkından taraftar bulamayan terör örgütüne devlet eliyle insan kaynağı sağlanır. Sonra, bu Kürtler bölücü vatan haini diye yaygara yapan sahte milliyetçiler ortalığı karıştırır, kardeşleri birbirine kırdırır.

Herkes kendinden bildiği liderine, kanaat önderine, partisine öylesine büyük bir sadakatle bağlanmıştır ki, bugün halkı aldatıldığına ikna etmek imkânsız gibidir. Bütün hayatını adadığı davanın, aslında şeytani bir şebekenin tezgâhı olduğunu kabullenmek insan ego’suna ağır gelir. Kişisel yaşamında ne kadar dürüst olursa olsun, pek az insan kandırılmış olduğunu itiraf edecek kadar dürüsttür. Her insan, taraftarı olduğu grubu ne pahasına olursa olsun savunur, suçu hep karşı tarafta görür.
 

Oysa sadece birlik ve beraberlikten söz eden doğru taraftadır. Tek düşmanımız, düşmanlığın kendisidir. İnsanlar arasında çatışma çıkarma gayretinde olanlar tek ve gerçek düşmandır. Her kim bir sebeple sizi bir etnik gruba veya dine karşı kışkırtıyorsa, bilerek veya bilmeyerek iblisin Lejyonuna hizmet ediyor demektir.

Taraftarlık hissiyle ego’suna esir olanlar için yapacak fazla bir şey yoktur. Onlar, karşı grupla çatışmanın verdiği bencil lezzetle beslenirken, kılcal damarlarına kadar nüfuz eden şeytani zehirden kurtulmayı istemeyen bağımlılar gibidir.

Ancak yeni nesiller için her zaman bir umut vardır. Nitekim Atatürk de umudunu gençliğe bağlamıştı. Bir gün onu anlayacak olan gençliğin geleceğine olan ümidini yitirmedi. Fevzi Çakmak da tıpkı Atatürk gibi, umut ve umutsuzluk arasında gelgitlerle ızdıraplı günler yaşadı:

“Cenab-ı Hak’tan dileğim şudur: Bana, bu milletin hak ve hürriyetlerini elinde tuttuğu günü nasip etmeyecekse bir an evvel canımı alarak bana azap çektirmesin.”

Duası kabul olmuştu, o günleri göremeden son nefesini verirken, sözleri Allah, Allah oldu. Ondan yıllar önce Atatürk ‘aleyküm selam’ diyerek vefat etmişti.

1 yorum:

  1. Mustafa Kemal Atatürk döneminde yaşanan olaylar ile birlikte sınavın ilk oturumunu tamamlamış olduk. Temel Yeterlilik Testi’ne ek olarak birkaç konu başlığımız daha bulunuyor ve bunlarla birlikte Alan Yeterlilik Testi oluşmakta. İlk olarak AYT Tarih Atatürk’ün Ölümü konu anlatımına bakacağız. Devletimizin kurucusunun ölüm zamanında yaşanan olayların aktarıldığı bu üniteyi tam kavramak için ayrıca AYT Tarih Atatürk’ün Ölümü soru çözümü videosu sunduk.
    Atatürk'ün Ölümü Konu Anlatımı ve Soru Çözümü

    YanıtlaSil