10-SAHTE TÜRKLER

Ziya Gökalp “Türkçülüğün Esasları” isimli kitabının daha ikinci sayfasında bakın ne diyor:

"Özellikle Fransız tarihçilerinden Deguignes’nin Türkler Hunlar ve Moğollara ait yazmış olduğu büyük tarihle; İngiliz bilim adamlarından Sir Davids Lumley’in Üçüncü Selim’e ithaf ettiği Kitab-ı İlmü’n Nafi (yararlı ilim kitabı) adındaki genel Türk grameri, aydınlarımızın ruhunda büyük etkiler yaptı. Bu ikinci eser, yazarı tarafından İngilizce yazılmıştı. Bir süre sonra annesi bu kitabı Fransızcaya çevirerek Sultan Mahmut’a ithaf etti."


II. Mahmut ve Fransız annesini hatırlıyorsunuz…

O yıllarda Rus İmparatorluğu hızla gelişmekteydi. Rusya’nın Osmanlı Devleti karşısında sürekli galip gelerek topraklarını genişletmesi İngiltere ve Fransa’yı endişelendiriyordu. 1850’lere gelindiğinde Rusya her üç devlet için de en büyük tehlike olmuştu. Osmanlıyı sevdiklerinden değil, Rusların eline geçerse bu toprakları geri alamayacaklarını bildikleri için İngiltere ve Fransa bu mücadelede Türklerin yanındaydı. Özellikle 1853 Kırım Savaşı sonrası bu ittifak daha da güçlendi.

O dönemde İngiliz ve Fransız tarihçiler Türkleri öven, yücelten eserler kaleme alıyor, her yerde Türklerin ne kadar büyük bir ulus olduğuna vurgu yaparak milliyetçi duyguları coşturuyordu. Amaç, Rusya’nın hâkimiyetine giren Orta Asya ve Kafkaslardaki akraba toplulukları organize ederek Türk milliyetçiliğini Rusya’ya karşı kullanmaktı. Bunu büyük ölçüde başardılar da!

İşin aslı, o günden bu yana Türk milliyetçiliği Batı emperyalizminin Rusya, İran ve Çin’e karşı bir maşası olmaktan ileri gidemedi. Amaçları elbette Türklerin bağımsızlığı veya kalkınması değildi. Sadece daha güçlü düşmana karşı zayıf düşmanı destekleme politikasıydı.

Özellikle Fransa’da Türkçülüğü özendiren kitaplar, yayınlar moda haline geldi. Bu modaya ilk kapılan, Ziya Gökalp’in “ilk iki Türkçüden biri” diyerek yere göğe sığdıramadığı Ahmet Vefik Paşa idi.

"Ahmet Vefik Paşa’nın başka bir orijinalitesi de, Molière’in komedilerini Türk geleneklerine adapte etmesi ve şahısların adlarını ve kimliklerini Türkleştirerek Türkçeye aktarması ve millî bir sahneden oynatması idi."

Halkımız Fransızların ünlü yazarı Molière’i pek bilmez. Daha iyi anlaşılması için şöyle örneklendirelim; William Shakespeare’in Romeo ve Juliet isimli eserinin Recep ve Jülide diye sahnelendiğini düşünün. Türkçü Ahmet Vefik Paşa’nın yaptığı da işte böyle büyük bir hizmetti.

Merak etmeden edemiyoruz; acaba Ahmet Vefik Paşa konuşmalarında ne kadar sıklıkla eski filmlerde gördüğümüz o meşhur ‘mon şer (mon cher – azizim)’ tabirini kullanırdı? Paşamızın eğitimini Fransa’da (Saint Louis Le Grand Lisesi) tamamladığını söylemeye gerek yok. Mustafa Reşit Paşa Fransa’ya gittiğinde tercümanlığını yapmıştır. Mösyö Ahmet Vefik’in nasıl bir kişilik olduğunu herhalde gözünüzde canlandırabilirsiniz...

Bir başkasına geçelim. Yine Ziya Gökalp’in anlatımıyla:

"Darülfünün’un bir profesörü Türkçülüğün bu ilk esaslarını kurarken, askerî okullardan sorumlu bakan olan Şıpka kahramanı Süleyman Paşa da Türkçülüğü askeri okullara sokmağa çalışıyordu. Süleyman Paşa’nın Türkçülüğünde Deguignes tarihi etkili olmuştur..."

Joseph de Guignes, isminden de anlaşılacağı üzere bir Fransız. Süleyman Paşa Türk tarihi yazmaya karar vermiş, kendisi tarihçi değil asker, ama olsun ona rehber olacak bir Fransız elbet bulunur!

"Görülüyor ki, Türkçülüğün ilk babaları Ahmet Vefik Paşa ile Süleyman Paşa’dır. Türk ocaklarında ve diğer Türkçü kuruluşlarda bu iki Türkçülük öncüsünün büyük boyda resimlerini asmak, değerbilirlilik gereğidir." (a.g.e)


Ziya Gökalp’in ifadesiyle, Fransa patentli Türk milliyetçiliği bu iki şahıs sayesinde Osmanlı topraklarına girdi. 

"Türkçülüğün ilk devrinde, Deguignes tarihinin etkili olduğunu görmüştük. İkinci devirde, Leon Cahun’un Asya Tarihine Giriş adlı kitabının büyük etkisi oldu. Necip Asım Bey, birçok eklemelerle bu kitabın Türklerle ilgili bölümünü Türkçeye aktarmıştı. Necip Asım Bey’in bu kitabı, her tarafta Türkçülüğe doğru eğilimler uyandırdı. Ahmet Cevdet Bey, İkdam gazetesini Türkçülüğün bir organı haline koydu. Emrullah Efendi, Veled Çelebi ve Necip Asım Bey Türkçülüğün ilk mücahitleri idi." (a.g.e) 

Bizim mücahitlere kılavuzluk eden isim dikkatinizi çekti mi? Léon Cahun! Kendisi has Fransız Yahudisidir.

"1896 da İstanbul’a geldiğim zaman, ilk aldığımız kitap Leon Cahun’ün tarihi olmuştur. Bu kitap, âdeta Pan-Türkizm ülküsünü özendirmek üzere yazılmış gibidir." (a.g.e)

Başka söze gerek var mı? 

Türkçülük fikrinin Rusya’ya karşı bir mücadele aracı olarak üretildiğinin kanıtı da yine Ziya Gökalp’ten;

"Rusya’dan İstanbul’a gelen Hüseyinzâde Ali Bey, Tıbbiye’de Türkçülük esaslarını anlatıyordu. Turan ismindeki şiiri, Turancılık idealinin ilk dışa vurumu idi. Yunan savaşı (1897) başladığı sırada, Türk şair Mehmet Emin bey: Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur. Dizesi ile başlayan ilk şiirini yayınladı. Bu iki şiir haber veriyordu Hüseyinzâde Ali Bey, Rusya’daki milliyetçilik akımlarının etkisiyle Türkçü olmuştu."

Ziya Gökalp’in açıklamaları itiraf gibidir. Bütün bunları bir başkası yazmış olsaydı milliyetçiler kendilerine iftira atılıyor diye itiraz eder, ne Fransa, ne de Yahudi bağlantısını kabul etmezdi.

"…Türk şairi Mehmet Emin Bey’e Türkçülüğü aşılayan kendisinin söylediğine göre Afganlı Şeyh Cemaleddin’dir. Mısır’da Şeyh Muhammed Abduh’un Kuzey Türkleri arasında Fahreddin oğlu Rızaeddin’i yetiştiren bu büyük İslam lideri Türkiye’de Mehmet Emin Bey’i bularak halk dilinde, halk vezninde millet sevgisiyle dolu şiirler yazmasını söylemişti."  

Gerçek kimliği bugün bile tam olarak bilinmeyen Cemaleddin Efgani ilginç bir şahsiyetti. Araştırmacı Ahmet Ali Salim’e göre, amacı Türklerin yerine Arap bir halife tarafından yönetilen, bağımsız Müslüman ülkelerin oluşturduğu bir federasyon ya da konfederasyon oluşturmaktı. 34

İlginçtir ki; Mehmet Emin Bey’e Türkçülüğü aşılayan Cemaleddin Efgani, Arap milliyetçisi Muhammed Abduh’u yetiştiren kişiydi aynı zamanda!

"Arap toplumu 20. yüzyıl başlarından itibaren yayılan milliyetçi ideolojinin etkisinde kaldı. Bu yeni tarz Arap vatanseverliğine ilham veren İslam modernisti Muhammed Abduh idi." 35

Efgani İstanbul’da bulunduğu yıllarda II. Abdülhamid Han ile de görüşmüştü. Sultan hatıralarında bu şahıstan şöyle bahseder;

"Hilafetin elimde olması sürekli olarak İngilizleri tedirgin etti. Blund adlı bir İngilizle Cemaleddin Efgani adlı bir maskaranın elbirliği ederek İngiliz hariciyesinde hazırladıkları bir plan elime geçti. Cemaleddin Efgani’yi yakından tanırdım. Mısır’da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara Mehdilik iddiasıyla bütün Orta Asya Müslümanlarını ayaklandırmayı teklif etmişti; buna muktedir olamadığını biliyordum. Ayrıca İngilizler’in adamı ve çok muhtemel olarak İngilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlar idi. Derhal reddettim. Bu sefer Blund’la işbirliği yaptı."

Aslında Afgan olmadığı, kendisini Sünni gibi göstermek için İranlı olduğunu gizlediği söylenir. Ama Şii de değildi. Hadisleri, mezhepleri kabul etmezdi. İstanbul’da bir konuşmasında Peygamberliği ‘sanat’ olarak tanımlayınca sert tepki aldı. Müslüman görünmekle beraber, Peygamberleri küçümseyen, mucizeleri inkâr eden malûm akımın temsilcisiydi.

Cemaleddin Efgani hakkında kesin bildiğimiz tek şey İngilizler hesabına çalıştığıdır. Aynı zamanda masondu.37 Mısır’da kaldığı süre içinde Yahudi mahallesinde ikamet etmiştir. Bazı araştırmacılara göre Efgani ne İranlı bir Şii, ne de Afganlı bir Sünni’dir. Taktiklerine bakılırsa, her iki kesimi de kullanan kripto-Yahudi olduğu tezini savunanlar haklıdır. İstanbul’da Mehmet Emin Bey gibilere Türkçülük fikrini aşılarken, Mısır’da ise Türk düşmanlığına dayalı Arap milliyetçiliğini teşvik ediyor, hilafetin Türklerden alınıp Araplara verilmesi gerektiğini söylüyordu.

Bugün olduğu gibi o yıllarda da Türkler, Kürtler ve Araplar, Müslüman görünümlü Yahudiler karşısında savunmasızdı. Milliyetçi gururu okşayan herkesi kendinden sanarak peşinden gitmek bu toplumların hep en zayıf tarafı oldu. Yahudi adıyla yapamayacaklarını Müslüman bir isim arkasından yapmak çok daha kolaydı;

Şu bizim dönme dolap Ahmet Emin,
Din-ü imanımıza çatmaktadır.
Ağrımaz başımız etsekte yemin,
Vatanı on kuruşa satmaktadır.

Ahmet Emin Yalman’ın çıkardığı ‘Vatan’ gazetesinin fiyatı 10 kuruş idi. Neyzen Tevfik’e atfedilen bu şiirde Yalman’ın Yahudi dönmesi olduğuna işaret edilir.

Yahudi Türkler
Ziya Gökalp’in iftiharla sunduğu ilk Türkçülerin hemen hepsi İngiltere ve Fransa bağlantılı Yahudilerin etkisindeydi. Nazım Hikmet’in büyük dedesi olan Konstantin Borzecki de Polonya asıllı bir Yahudi idi. Mustafa Celaleddin adını alan bu şahıs Türkçülük ideolojisi yaratmakla kalmadı, Türklerin Turan değil, Avrupa ırkından olduğu tezini ileri sürdü.

Müslüman bir kadınla evlenerek Osmanlı ordusunda paşalığa kadar yükselen Mustafa Celaleddin’in yazdığı ‘Les Turcs anciens et modernes (Eski ve Yeni Türkler)’ kitabı Arthur de Gobineau adlı bir Fransızın eserinden aşırmaydı. Borzecki’nin yaptığı tek şey Gobineau’nun Almanlar için yazdığını Türklere uyarlamaktan ibaretti.

İlginçtir ki, Alman ırkçılığını teşvik edenler de yine Fransızlardı. Bir diğer ilginç nokta ise Arthur de Gobineau’nun Yahudiler hakkındaki övücü sözleridir. “Irkların eşitsizliği üzerine deneme (Essai sur l’inégalité des races)” adlı eserinde, Yahudilerin özgür, güçlü ve zeki bir millet olduğunu anlatır.

Borzecki Türkçülük konusunda samimi miydi, değil miydi, tahmin yürütmek zor... Emeviler döneminde Arap orduları kuzeyde Kafkasya’ya, Hazar Hanlığına dayanmıştı. Bilindiği gibi Yahudi soyundan olmadığı halde Musevi dinini kabul eden tek millet Hazarlardır. Türk lehçesi konuşan Karay halkının önemli bir bölümü Pomeranya bölgesine göç etti. Dilleri Türkçe olan bu topluluklar bugünkü Litvanya, Polonya gibi Baltık ülkelerine yerleştiler ve kültürel varlıklarını devam ettirdiler. Bir kısmı Hristiyanlık içinde asimile olsa da, Altın Ordu Devletinin yükselişi ile akraba Tatar halkıyla tekrar yakınlaştılar. Hristiyan, İslam ve Musevi dinleri arasında gelgitler yaşadıkları o dönemde değişmeyen tek şey dil ve Türk kültürü idi.

Borzecki’nin aslı da Musevi Karaylara mı dayanıyordu, bu yüzden mi Türk kimliğine dönüş yapmak istedi, bilemiyoruz. Bazı sırlar ancak DNA testi ile çözülüyor. Musevi Türklerin çoğunluğu Baltık ülkelerine göç etse de, bugün Orta Asya’da yaşayan genetik akrabaları, Hazar Hanlığı sonrası bir kısmının Türkmenistan, Azerbaycan, Özbekistan gibi ülkelere de yerleştiğini gösteriyor. Elbette Müslüman ülkelerde Musevi kimliklerini açık etmeleri mümkün değildi. Kimin Hazar Hanlığına dayanan Türk soylu Musevi, kimin İbrani soylu Yahudi olduğunu tam olarak bilemesek de, aralarında gerçekleşen evlilikler artık bunu bilmeyi gerektirmiyor.

Özetle, bugün gelinen noktada Türk ve İbrani asıllı Yahudiler genetik anlamda da karışmış durumdadır. İstanbul’da Özbekler Tekkesi gibi kripto-Yahudilerin toplandığı bazı merkezlerde Sabetayist, Karay (Karaim) ve diğer gizli Museviler karışık halde bulunuyor. Hemen yanındaki mezarlık ise zaten Yahudi dönmelerine ait.

Günümüzde Karaylar çoğunlukla İsrail’e göç etmiş durumdalar. Bir bölümü Müslüman kimliği altında Türkiye’de varlığını devam ettirirken, diğer bir bölümü Rusya, Litvanya, Polonya, Kırım, İran, ABD ve Fransa’da yaşamaktadır. Musevi köklerinin bilincinde olan Karay asıllı milliyetçilerin her fırsatta Osmanlıyı Araplaşan Türkler olarak aşağılamaları bir tesadüf müdür, yoksa kendilerini Yahudilere daha yakın hissetmelerinin sonucu bir tepki midir, araştırılması gereken bir husustur.

Yahudileşmiş Türkler olarak İsrail’e yakınlık duymaları, Türklerde etnik kimliktense dini bağların her zaman daha önemli olduğunu gösteriyor. Türk milliyetçisi Musevi bir Karay, tercih durumunda kalsa her zaman İsrailli bir Yahudi'yi dindar Müslüman Türk’e tercih eder. Çünkü onun gözünde Müslüman Türk artık Araplaşmıştır.

Karşı taraf açısından da durum aynıdır...

Borzecki’den sonra sonra peydahlanan pek çok Türkçü de ne gariptir ki hep Yahudi idi. Moiz Kohen, Munis Tekinalp adını alarak milliyetçi duyguları coştururken kimsenin aklına gerçek kimliğini araştırmak gelmedi. Tekinalp, Kemalizmi Türk’ün dini olarak tanımladı. Soyadından kripto-Yahudi olduğu anlaşılan Osman Nuri Çerman bu fikri daha da ileri götürerek yeni bir din projesi ortaya attı. Lazaro Franco’nun Türk Ocakları kurmak için sağladığı maddi destek ve yoğun gayretler de kimsenin dikkatini çekmedi. Daha pek çok Yahudi var gücüyle Türkçülüğü yaymaya çalışıyor, çok sevdikleri parayı bu uğurda cömertçe harcamaktan çekinmiyordu.

İngiltere ve Fransa’nın amacı belliydi; sömürgeci hedeflerine ulaşmak için Türklerin elindeki en önemli siyasi güç olan hilafetin kaldırılması gerekiyordu. Doğal zenginlikler hep Müslümanların yaşadığı coğrafyada idi ve bu halkların bir gün tekrar Halifenin liderliğinde birleşmesi riskini göze alamazlardı.

Yahudiler açısından ise durum daha basitti. Siyonizmin vadedilmiş toprakları Osmanlı’nın elindeydi. İsrail’i kurabilmek için, Türk, Arap ve Kürt milliyetçilerini birbirine kırdırmak gerekiyordu. Kürt milliyetçiliğinin canlı lideri Barzani’nin İsrail bağlantısı ayrı bir kitap konusudur.

Ancak o yıllarda Türk milliyetçilerine bütün bunları anlatmak olanaksızdı. Etnik çatışmaların İsrail Devletini kurmak için tezgâhlandığını kabul edecek kimse yoktu. Hepsi büyük bir gayretle Osmanlıyı içeriden yıkmakla meşguldüler.

Ulusalcı
Yeni nesil bilmez, 1980 öncesi ‘ulusalcılık’ diye bir kavram yoktu. Türk milliyetçilerinin tamamı millî manevi değerlerine bağlı insanlardı. Kürtlerden de çok ülkücüler vardı. Mezhep ayrımı da yapılmazdı. Aleviler Horasan’dan gelen erenlerin ocaklarını devam ettiren gerçek Türkmenler olarak Türk Milliyetçiliği içinde önemli yere sahipti.

Ancak 12 Eylül 1980 darbesiyle ‘milliyetçilik’ yeniden dizayn edildi. Darbe öncesi anarşi döneminin tarafları, komünist ideolojiyi benimseyen solcular ve onların karşısındaki milliyetçilerdi. Çoğu zaman ‘faşist’ ithamına maruz kalırlardı. İhtilal sonrası bu kavga bitti, yerine başka bir çatışma modeli tasarlandı. Çünkü Franko-Devlet varlığını ancak kavga ortamında devam ettirebilir. Ülkenin geri kalması için halkın enerjisini kendi içinde tüketmesi zorunludur. Böylece Türkiye sömürgeciler için hiçbir zaman tehdit oluşturamaz.

12 Eylül’den sonra halk laik ve dindar olarak bölündü. Laik kesimi eski sol gruplar temsil ederken onların karşısında yer alan herkes muhafazakârları oluşturuyordu. Güç dengesi sağlamak için Türk milliyetçilerinin bölünmesi gerekliydi. Böylece ‘ulusalcılık’ terimi lügatimize girdi. Üzerinde çok konuşulsa da, ulusalcılık aslında ‘laik milliyetçilik’tir. Diğer bir deyişle, manevi değerlerden arındırılmış milliyetçilik!

Bu operasyonla Türkiye Cumhuriyeti Fransız usulü milliyetçiliğe bir adım daha yaklaştı. Herkesin malumu olduğu üzere, Fransız usulü milliyetçilikte dine yer yoktur.

Bu dönüşümün gerçekleşmesi zorunluydu, çünkü yeni dönemde etnik milliyetçiliğe dayalı bir çatışma planlanmıştı. Bir taraftan Türk milliyetçiliği İslam’dan uzaklaşarak laikleşirken, diğer taraftan onların anti-tezi olarak laik Kürt milliyetçiliği devreye girdi. Din bağı kopunca Türk-Kürt çatışmasının önünde engel kalmadı. Ustaca bir plan yerine ‘şeytanca bir plan’ demeyi tercih ediyoruz.

1980 öncesi böyle bir kavga mümkün değildi. Çoğunluğu dindar olan Kürt halkının Müslüman Türklerle savaşması olanaksızdı. İngilizlerin gayretiyle birkaç yerel isyan gerçekleşse de halk tabanından destek bulmamıştı. Dolaysıyla Kürtler ve Türkler arasında sıkı bağlar oluşturan manevi değerlerden soyutlanmış bir milliyetçilik gerekliydi. Her iki tarafta da bu işi yapacak ekipler önceden hazırlanmıştı.

İhtilal sonrası yeni plan devreye sokuldu. Cunta hükûmetinin hapishanelerinde en ağır işkencelerle devlete düşman edilen Kürtler dinsiz terör örgütünün kucağına itildi. Artık eskisi gibi yanında Türkleri bulamayan Kürt halkı bir seçim yapmak zorunda bırakıldı. Dışlayan, aşağılayan, üst kimlik dayatan laik Türk milliyetçiliğine karşı, laik Kürt milliyetçiliğinden başka seçenek yoktu. Böylece onlar da Franko-Kürtlerin kontrolüne girdi. Gerçekte ne Kürt, ne de Müslüman olmayan o malum familya…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder