30-PARAYA TAPANLAR

“Bugün Tarikatı yöneten, onun yüce görevlerini yürüten gerçek büyük üstadın ve gerçek üstlerin adları ve oturdukları yer bir sır, yalnızca gerçek aydınlanmışlarca bilinen bir giz olarak kalmışsa, bunun nedeni, Tarikatın saatinin henüz gelmemesi, vaktin henüz dolmamasıdır.”23
                                                  
***

“Bir ülkenin parasını basma işini bana verin, yasaları kimin yaptığını önemsemem.”24 diyen Mayer Amschel Rothschild’in bu sözü, T.C. Daniel tarafından Başkan Woodrow Wilson’a 1913’te katılmış olduğu ‘Senato Bankacılık ve Para Komisyonu’ toplantılarından sonra rapor edilmiştir. Avrupa merkez bankalarının ilk kurucusu olan Rothschild ailesine ait bu deyim paranın gücünün yasalardan üstün olduğuna vurgu yapar.

Başkan Wilson, 23 Aralık 1913’te –kısaca FED olarak bilinen– Amerikan merkez bankasını kuran yasayı onayladığına çok pişman oldu, ama iş işten geçmişti:

“Çok talihsiz bir insanım, farkında olmadan ülkemi mahvettim. Büyük bir sanayi ülkesi kendi kredi sistemi tarafından esir alınmıştır. Dolaysıyla ülkenin gelişmesi ve diğer bütün faaliyetlerimiz sadece birkaç kişinin elindedir. Şu an, özgür düşünce ve çoğunluğun seçtiği bir hükûmetçe değil, küçük ama etkin bir grubun isteklerini zorla yaptırdıkları bir devlet haline dönüşmüş bulunuyoruz.” 25

Finansal çeteden tek yakınan Wilson değildi. Ondan çok daha önce Abraham Lincoln, William Elkin’e yazdığı bir mektupta kaygılarını şöyle dile getirmişti:

“Barış zamanında milletin sırtından beslenen parasal güç, sıkıntılı dönemlerde millete karşı komplo aracı olarak kullanılır. Monarşiden daha despot, otokrasiden daha küstah, bürokrasiden daha bencildir. Yakın gelecekte sinir bozucu bir kriz görüyorum ve ülkemin güvenliğinden endişe ediyorum. Büyük şirketler kurulduktan sonra yolsuzluk dönemi başlayacak ve ülkenin para gücünü elinde bulunduranlar cumhuriyeti yok ederek toplum üzerinde egemenlik sağlamaya gayret edecek.”


James Madison: “Tarih göstermektedir ki, bankerler, hükûmetleri kontrol altında tutabilmek için her türlü suistimal, entrika, aldatma ve şiddet yöntemini kullanmıştır.”

Thomas Jefferson, merkez bankasının savaş anında istediği kuralları dikte edebilecek güce sahip olduğunu belirterek tehlikeye dikkat çeken bir diğer başkandı: “Bütün samimiyetimle inanıyorum ki, finansal kurumlar ordulardan daha tehlikelidir...”

“Eğer Amerikan halkı özel bankaların para basma işini kontrol etmesine izin verirse, önce enflasyon, sonra deflasyon ile bankalar halkın elindeki varlığı alacak ve bir gün çocukları, atalarının fethettiği topraklarda evsiz olarak uyanacaklardır. Para basma işi bankalardan alınıp, ait olduğu yere, yani halkın denetimine verilmelidir.”26

Andrew Jackson ise 1832’de bir toplantıda bankerlerin baskısına dayanamayarak isyan etmişti: “Sizi engerekler, hırsızlar, siz yılanların yuvasını dağıtacağım, ebedî olan Tanrı adına söylüyorum ki hepinizi kovacağım.”27

Ama onun da gücü yetmedi. Yılanların yuvasını dağıtma teşebbüsü pahalıya patladı, kaybeden Andrew Jackson oldu. Ondan çok daha sonra Franklin D. Roosevelt, bir asır önce kurulan bu sistemin kurbanı olduğunu itiraf etti: “Gerçek şu ki, sizin ve benim de gayet iyi bildiğimiz gibi, Andrew Jackson’dan bu yana büyük finansal merkezler hükûmeti ele geçirdi.”28

James A. Garfield, Benjamin Franklin, J.F. Kennedy ve daha pek çok ABD Başkanı kapitalist baronlar karşısında aciz kalmanın ızdırabını yaşadı.

“Para, para, para” sözüyle hafızalara kazınan Napoleon Bonaparte da aynı dertten muzdaripti: "Bir hükûmet para arzı için bankerlere bağımlıysa, parayı veren alandan üstün konumda olduğundan, durumun kontrolü yöneticilerde değil bankerlerdedir. Paranın vatanı olmadığı için onların vatanseverliği de, ahlakı da yoktur, tek amaçları kazanmaktır."

Bankerlerin Bankeri

1744’te Frankfurt’un bir gettosunda doğan Mayer Amschel Rothschild, tefecilik işinin inceliklerini kendisi gibi bir Yahudi olan Jacob W. Oppenheimer’den öğrendi. Kısa zamanda büyük servet sahibi olan Mayer Amschel, dört oğlunun her birini farklı bir ülkeye göndererek bankacılık mesleğini sınırlar ötesine taşıdı.

En büyük oğlu Almanya’da işin başına geçerken, diğer dört kardeşten Salomon Avusturya’da, Nathan İngiltere’de, Calmann İtalya’da, Jacob ise Fransa’da şube açarak (Rothschild Frères) uluslararası bir dev haline geldiler. Bir sonraki neslin aile geleneğini devam ettirerek diğer ülkelere yayıldığı dikkate alınırsa, bugün itibariyle hemen her devletin finansal sisteminde doğrudan veya dolaylı pay sahibi oldukları görülür. Özellikle işin İngiltere ve Fransa ayağı Rothschild’lerin politik hedeflerine ulaşması açısından önemliydi.

Uluslararası siyasete yön verme işini daha sonra ABD üzerinden yürütecek olan Rothschild ailesi için en önemli kural ‘gizlilik’ idi. Dünyayı efsunlayan para lord’larının büyüsü ancak gizli kalmakla devam edebilir, bu yüzden de medyanın kontrol altına alınması zorunludur.

Hemen her ülkede finans-medya ikilisi hep el ele olmuştur. Düşünce özgürlüğü adı altında tabulaştırılan ‘medya dokunulmazlığı’ gerçekte kapitalist patronların dokunulmazlığından başka bir şey değildir. Medya her zaman bankerlere bağlı olmuş, sadece paranın efendilerine hizmet etmiştir. Hangi ülkede olursa olsun, sermaye sahipleri ne zaman devlet ile karşı karşıya gelse, hemen bütün medya koro halinde ‘bağımsızlık’ feryadına başlar ‘baskıcı rejime isyan’ çığlıklarıyla iktidar baskı altına alınır. İşin gerçeği, hiçbir hükûmetin bu baskıya dayanma gücü yoktur. Çünkü siyasi iktidar geçici, sermaye ise kalıcıdır. Medya gücüne sahip olan finans baronları ülkenin gerçek hâkimidir.

‘Ana akım medya’nın tek bir merkezden kontrol edildiğine inanmak bazılarına zor gelebilir. Küçük yaşlardan itibaren kliklere bölünen insanların, basının da kendileri gibi birbirine amansız düşman olduğu hissine kapılmaları doğaldır. Kısmen de öyledir, ama kilit noktalardaki editörler hep aynı merkezden talimat alır. Bir anda sağ, sol, dindar, liberal, radikal bütün televizyon kanalları ve gazeteler aynı haberi yayınlar, veya yayınlamaz...

Medyanın neyi haber yaptığı kadar, neyi yapmadığı da önemlidir. Örneğin, 2001 yılında Türkiye gündemini sarsan Üzeyir Garih cinayeti birdenbire sansüre uğradı. Çok daha önemsiz, magazin boyutlu olaylar yakından takip edilirken, medya Üzeyir Garih davasının ne mahkeme sürecini, ne de sonucunu haber yapmaya gerek duymadı. Toplum o sıralarda rutin haberler ve paparazzilerle meşgulken kimsenin aklına bu önemli davanın ne olduğu, zanlının ifadesini değiştirip değiştirmediği, gerçek katilleri ele verebilecek adli tıp raporlarının sorgulanması gibi konular gelmedi. En sağdan, en sola kadar bütün basın bir anda önemli bir habere gözlerini kapatıyorsa, emir derin yerden demektir.

Buna benzer pek çok örnek verilebilir, medyanın küresel finans sistemi açısından önemini belirtmek amacıyla küçük bir anahtar vermekle yetinelim; birbirine zıt ve düşman zannedilen gazeteler hangi konuda ortak hareket ediyorsa, sır tam o noktadadır! Ama toplumun bu hassas nokta üzerine gitme şansı yoktur. Özellikle de konu paraysa!

Merkez Bankası

Medya, Merkez Bankasının sahiplerinden asla söz etmez. Herkes başkanın adını bilir, sahibini de devlet zanneder. Öyle zannedilmesi istendiği içindir...

2. Dünya Savaşı’nda Avrupa ülkeleri Thomas Jefferson’un ne demek istediğini çok iyi anladı. Merkez bankasının ordulardan daha etkili olduğu ve savaşın kaderini değiştirebildiğini tecrübeyle gördükten sonra hemen hepsi bankalarını kamulaştırdı. Para basma işini kontrol edemeyen bir devletin tam bağımsızlığından söz edilemeyeceğini artık kimse tartışmıyor. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ise, FED (Amerikan Merkez Bankası) gibi özel bir şirkettir. Bunun anlamı şudur; tıpkı hesap açtırdığınız herhangi bir banka gibi, Merkez Bankası’nın da sahipleri vardır. Dolaysıyla kâr amaçlı, ticari bir kurumdur.

“1211 sayılı Bankamız Kanunu uyarınca, Bankamız hisse senetleri (A), (B), (C) ve (D) olmak üzere dört sınıfa ayrılmış olup (A) sınıfı hisse senetleri münhasıran Hazineye, (B) sınıfı hisse senetleri Türkiye’de faaliyette bulunan millî bankalara, (C) sınıfı hisse senetleri 15.000 hisseyi geçmemek üzere millî bankalar dışında kalan diğer bankalarla imtiyazlı şirketlere, (D) sınıfı hisse senetleri ise Türk ticaret müesseselerine ve Türk vatandaşlığını haiz tüzel ve gerçek kişilere tahsis edilmiştir. 2014 yıl sonu itibarıyla, Bankamız sermayesinin yüzde 55,12’si (A) sınıfı, yüzde 25,74’ü (B) sınıfı, yüzde 0,02’si (C) sınıfı, yüzde 19,12’si ise (D) sınıfı hisselerden oluşmaktadır.”


Banka ilk kurulduğunda devletin hissesi sadece %15 idi, zaman içinde yavaş yavaş arttı.

“Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, 11.06.1930 tarih ve 1715 sayılı Kanun ile 150.000 hisseden oluşan 15.000.0000 - TL sermayeli bir anonim şirket olarak kurulmuş olup Banka hisse senetleri (A), (B), (C) ve (D) olmak üzere dört sınıfa ayrılmıştır.

Anılan Kanun’la, (A) sınıfı hisse senetleri toplam sermayenin yüzde 15’ini geçmemek üzere Hükûmet kuruluşlarına, (B) sınıfı hisse senetleri millî bankalara, (C) sınıfı hisse senetleri 15.000 hisseyi geçmemek üzere millî bankalar dışında kalan diğer bankalarla imtiyazlı şirketlere, (D) sınıfı hisse senetleri ise Türk ticaret kuruluşlarıyla Türk vatandaşlığını haiz gerçek ve tüzel kişilere tahsis edilmiştir.”


İlginç bir noktayı daha belirtelim; ilk banknotları 1927’de İngiliz ‘Thomas De La Rue’ şirketi bastı. O dönemde henüz Merkez Bankası yoktu. 11 Haziran 1930’da kabul edilen 1715 sayılı yasayla ‘Cumhuriyet Merkez Bankası’ kuruldu. 1970’te çıkarılan bir diğer kanunla da adı ‘Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’ oldu. Dikkat! Türkiye Cumhuriyeti değil, sonunda ‘i’ yok. Oysa bütün devlet kurumlarının adı önünde ‘Türkiye Cumhuriyeti’ ibaresi vardır.
Sebebini tahmin etmişsinizdir; tabii ki bir devlet kurumu olduğu izlenimi yaratmak için...

Kurnazlığın bir diğer boyutu da madeni paralara ilişkindir. Madeni paralar devlete ait olan Darphanede basıldığı için üzerinde ‘Türkiye Cumhuriyeti’ yazar; Merkez Bankası ibaresi yoktur. Bu ayrıntı önemlidir, matbaada basılan banknotlarda her zaman ‘Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’ yazarken madeni paralarda durum farklıdır. 1984’te kurulan ‘Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü’ tamamen Hazine’ye ait olup Merkez Bankası ile ilişkisi yoktur.

Merkez Bankasında Hazine Müsteşarlığı’nın hissesi her ne kadar zaman içinde artsa da, kuruluş kanununda ara sıra yapılan düzenlemelerle, devletin değil her zaman bankerlerin çıkarları gözetilir. Mesela Kemal Derviş döneminde yapılan bir değişiklik ile 1211 sayılı kanunda yer alan ‘devletin çıkarlarını gözetmek’ yerine “para politikası araçlarını doğrudan kendisinin belirleyeceği hükme bağlanmış ve böylelikle Banka araç bağımsızlığına kavuşmuştur. Kanun ayrıca, Bankanın fiyat istikrarını sağlama amacı ile çelişmemek kaydıyla hükûmetin büyüme ve istihdam politikalarını destekleyeceğini hükme bağlamıştır.”29

Bunun Türkçesi şudur: Devletin değil patronların çıkarı önceliklidir!

Anonim şirketlerde %51 çoğunluğa sahip olan hissedar yönetimde tek yetkilidir. Ama konu Merkez Bankası olunca durum değişiyor. Yani diyorlar ki, hissesi %55 bile olsa devlet bankayı istediği gibi yönetemez.

Merkez Bankası kuruluş kanununa göre şirketin sahipleri şöyle tanımlanmıştır:30

‘Pay sahipleri’ kilit sözcüklerdir. Peki, kimdir bu pay sahipleri? Adlarını kimse bilmiyor...

Bilgi edinme kanunu kapsamında sorduğunuzda Merkez Bankası sizi web sitesine yönlendiriyor. Ama isimlerini hiçbir yerde görmek mümkün değil.

Merkez Bankasının kuruluş kanunu zaman zaman değişiyor, merak edip araştıranlar TMSF’nin bankalara el koymaya başlamadan önce Merkez Bankası’na bağlı olduğunu fark etmiştir. ‘Hortum’ operasyonu başlarken organizasyon şemasından çıkarılıp bağımsız bir kurum haline getirildi.

Merkez Bankası sahipleri için her yol para kazanmaya gider. Devletin ve halkın zararına olan devalüasyon, enflasyon, faiz vs. aklınıza gelen her finansal enstrüman onların geçim kaynağıdır. Siz borç istediğinizde banka nasıl sözleşmeler imzalatarak tahsil edeceği faizi garanti altına alıyorsa, aynı durum devlet için de geçerlidir.

%55 hisseye sahip olmasına rağmen Hazine’nin Merkez Bankası patronu olmadığını artık biliyorsunuz. Hükûmet, paraya ihtiyacı olduğunda tıpkı sıradan bir vatandaş gibi belgeler imzalayarak aldığı borcu faiziyle geri ödeyeceğini garanti eder. Devlet tahvili ve hazine bonosunun anlamı budur. Merkez Bankası patronları süre sonunda elde edecekleri geliri yeterli bulursa devlete borç verir, gerekirse yeni banknot bastırır. Böylece hükûmetin başı her zaman bankerlerin önünde eğik olur.

Şimdi Napoleon Bonaparte’ın ne demek istediğini daha iyi anlıyoruz: “Parayı veren, borç alandan her zaman daha üstün konumdadır.”

Krallar ve Köleler
İki tip insan vardır:
- Geçimini sağlamak için mal ve hizmet üretmek zorunda olanlar
- Sadece para basarak toplumun sırtından geçinenler

Doğuştan ayrıcalıklı elitler çalışmak zorunda değildir. Bunu eski çağlardaki toprak ağalarına veya aristokratlara benzetebiliriz. Köylüler ve köleler çalışır, asilzadeler ise şanslı anne-babadan doğmuş olmanın tadını çıkarırdı. Günümüzde demokrasi ve özgürlük tiyatrosu oynansa da değişen pek bir şey yoktur. Sistem aynen devam etmekte, şu farkla ki, bugünün insanı kendini özgür sanıyor!

Sıradan halk tabakası ihtiyacını karşılamak için üretmek zorundayken, sayıca çok az bir kesim çalışanların ücreti olan parayı matbaaya bastırarak geçimini sağlar. Hoşumuza gitmese de küresel efendilerin parasına bağımlıyızdır, başka bir hayat tarzı seçme şansımız yoktur. Tıpkı birkaç yüzyıl önceki köylülerin karnını doyurmak için efendisinin toprağında ırgatlık etmeye mahkûm olduğu gibi!

Eski zamanlardan farklı olarak günümüz insanına kölelik alternatifleri sunulmuştur. Hatta efendilerin bankasından kredi alıp kendi işinizi kurma seçeneği bile vardır, ama sadece size sunulan ticaretleri yapmak şartıyla!

Önemine binaen konuyu biraz daha açalım. Ticarette kârlılığın dereceleri vardır; değerli madenler, mineraller, petrol, altın gibi anında paraya çevrilebilen yeraltı kaynakları en kolay ticarettir. Ancak, hem yüksek sermaye, hem de özel ilişkiler gerektirdiğinden bu ticaret dünyanın her ülkesinde imtiyazlı kesime mahsustur.

Ama bundan daha kârlı bir ticaret daha vardır: Para basmak! Hemen hiç kimse, para basmanın da tıpkı fırın veya manav açmak gibi ticari bir faaliyet olduğunun farkında değildir. Kimse bilmez, çünkü para basmak sadece ‘doğuştan elit’ olanlara has bir ayrıcalıktır. Medya da onların kontrolünde olduğu için, toplumun böyle bir ticaretin varlığından haberdar olma şansı yoktur.

Finansal sistem şöyle işler; merkez bankası banknot basar ve bunu faiz karşılığı bankalara satar. İşin ironik yanı, kâğıt ve mürekkep gibi hammaddeyi satın almak için de yine kendi basmış olduğu kâğıtları verir. Merkez bankasından faiz karşılığı para alan bir banka, üstüne bir miktar daha faiz ekleyerek halka kredi verir. Çoğunlukla da ticari kuruluşlara...

Dönem sonunda kredi verdiği şirket ve şahıslardan faiziyle tahsil eder, arada kendi payını tutarak kalanı merkez bankasına öder. Yani bankanın yapmış olduğu sadece aracılıktır. Buna eskiden tefecilik denirdi. Şimdilerde aynı iş ‘finansal kuruluş’ adı arkasından yapılıyor.

İşin en hoş yanı, Merkez Bankası da özel banka sahiplerine aittir. Yukarıda belirtildiği gibi Merkez Bankasının hissedarları millî ve diğer bankalardır. ‘Diğer’den kastedilenin yabancı bankalar olduğunu anlıyorsunuzdur. Bu imtiyazlı(!) şahıslar kendi basmış oldukları parayı faizle yine kendi özel bankalarına verip, iki defa kazanırlar. Bundan daha kolay bir ticaret düşünülebilir mi?

Patronlar sadece halkı soymakla kalmaz, devleti de soyar. Çünkü hükûmetler ve kamu bankaları da ihtiyaçları olan parayı faiz karşılığı almak zorundadır. İç borç dedikleri budur!

Şimdi işin en can alıcı kısmını gelelim; diyelim ki Merkez Bankası yeni kuruldu ve ilk defa para basıyor. Mesela 100 milyar TL bastığını varsayalım. Bunu bankalara bir yıl vadeli %5 faizle vermesi, bankaların dönem sonunda Merkez Bankasına 105 milyar TL geri ödeyeceği anlamına gelir.

Bankalar da %5 kendi faizini ekleyip halka kredi olarak verse toplam faiz %10 olur. Yani bir yılın sonunda, dağıtılan 100 milyar TL’ye karşılık halk bankalara 110 milyar ödemelidir ki, bankalar 5 milyarı kendi kârı olarak kasasında tutsun, kalan 105 milyarı da Merkez Bankasına ödesin. Peki, ama bu nasıl olacak? Merkez Bankası zaten 100 milyarlık banknot basmamış mıydı? 10 milyar TL ‘olmayan bir parayı’ vatandaş nereden bulup da bankaya faiz olarak ödeyecek?

Tabii ki ödeyemez! Ödeyemediği faizin karşılığı olarak banka ipoteklerine el koyar ve elinden arsasını, fabrikasını, evini alır. Üstelik herkes bilir ki, bu haciz işlemi sırasında gayrimenkul değerinin çok daha altında gider.

Bu tıpkı “10 sandalye - 11 kişi” oyununa benzer. Oyuncular ayağa kalkar ve müziği dinler. Müzik bittiğinde herkes en yakındaki sandalyeye oturmaya çalışır. Ama sadece 10 sandalye olduğu için her zaman bir kişi ayakta kalır. İşte küresel sermaye sistemi de aynen bu oyundaki gibi işler.

Belgesellerde sıkça görülür, aslanlar, çakallar sürüyü kuşatır, yüzlerce sığırdan sadece birkaçını avlar. Diğerleri otlamaya devam eder. O günü kurtardıkları için kendilerini mutlu sayarlar. Koyunlar, sığırlar mazur görülebilir. Hatta şanslıdırlar, çünkü yırtıcı hayvanlar sadece ihtiyacı kadarıyla yetinir. Hiçbir hayvan yiyeceğinden fazlasını avlamaz. Ama insanoğlunu kuşatan yırtıcıların gözleri asla doymaz!

Peki, nasıl oluyor da bu kadar basit bir tuzak yüz yıllardır tıkır tıkır işliyor… Bugüne kadar toplumun isyan edip, finansal çetelerin egemenliğine son vermiş olması gerekirken neden hâlâ insanlar itaatkâr köleler gibi sessiz kalıyor?

Bunun iki temel sebebi vardır;
Para arzı süreklidir. Olmayan 10 milyar TL halktan talep edilmeden önce matbaa yıl içinde para basmaya devam ettiğinden, ilk faiz ödemesi esnasında gerçekleşmesi gereken kriz hep ertelenir. Ama sistemin işlemesi için yine de peryodik kriz kaçınılmazdır. Bu aslında bankaların musluğu kısıp -var olmadığı için- tahsil edilmesi mümkün olmayan kâğıt para yerine halkın gayrimenkullerine el koyma operasyonudur. Sandalye oyununda ayakta kalanlardan farklı olarak, ekonomik krizde oturacak sandalye bulamayanlar genellikle intiharı tercih eder.

Küresel medya, Merkez Bankasının sahiplerinden hiçbir zaman bahsetmez ve herkes banka başkanını hükûmet adına bankayı yöneten devlet görevlisi olarak bilir. Medyanın da yardımıyla bütün fatura devlete kesilir, vatandaşın tepkileri hükûmete, paralar patronların cebine gider.

Küresel finans sisteminin bir yolsuzluk düzeni olduğunu dile getiren pek çok devlet adamı oldu, ancak sesleri hiçbir zaman geniş kitlelere ulaşmadı.

“Bankaların halkı borçlandırmak için verdikleri kredinin kaynağı yoktur.” (Ralph M. Hawtry, Birleşik Krallık eski Hazine Bakanı)


“Bankalar, olmayan paradan kredi yaratarak faiz geliri sağlamaktadır.” (William Paterson, Bank of England kurucusu, 1694)


“Neyse ki halk banka ve para sisteminin nasıl işlediğini anlamıyor, eğer anlasalardı inanıyorum ki ertesi sabah ihtilal olurdu.” (Henry Ford)

1 yorum: