20-ÜÇ "KA"

Türk siyasi tarihi üç -KA- ile formüle edilebilir: "KApancı KArakaş KAvgası" Sabetayist ailelerin iktidar mücadelesinden başka bir anlamı olmayan seçimleri pek ciddiye alan Türk halkının oy kullanma hevesi traji-komiktir. Toplum, her ne kadar kripto-Yahudiler ve onların dış bağlantılarını hissediyor olsa da, Yahudilerin kendi aralarındaki kapışmanın farkında değildir. Bu da, herkesin taraftar olduğu partiyi vatansever, karşı tarafı ise hain görme yanılgısını yaratmaktadır. Oysa kripto-Yahudi bütün partilerin, cemaatlerin, ideolojik grupların içindedir. Hem de ön safta, en kışkırtıcı yurtsever rolüyle...

200 yıldır düşe kalka ilerleyen "Fransızlaşma" sürecinin önündeki engeller kaldırılınca, iş uygulamaya kaldı. Anti-İslamizasyon projesini yürütecek kişiler tabii ki din düşmanı olmalıydı. Bu yüzden de masonluğu suistimal eden gayri-muntazam (kural dışı) localar özellikle Sabetayist aileleri kullandı. Bilhassa Siyonist ve dinsiz olanlar bu işle görevlendirildi. Onlar da genlerine işlemiş olan İslam düşmanlığının gereğini severek yerine getirdiler.

Ancak bir sorun vardı; bütün Sabetayistler aynı değildi. İçlerinde samimi Müslüman olanlar da vardı, İslam tasavvufu ile Musevi mistisizmini sentezleyenler de...

Sabetayistler arasındaki çatışma Cumhuriyetin kuruluşuna da yansıdı, hem de en şiddetli şekilde! Karakaş’lar çoğunlukla Atatürk’e karşı grupta yer aldılar. Çünkü Karakaş cemaatinin lideri olan eski maliye bakanı Cavit Bey ve Doktor Nazım İzmir suikastına karışmaları nedeniyle idam edilmişti. Cemaat bunu Kapancıların bir operasyonu olarak gördü ve asla unutmadı. Bu yüzden de İsmet İnönü’nün yanında yer aldılar. Çünkü İsmet Paşa'nın kendisi de o dehşetli günlerde İstiklal Mahkemeleri'nin soğuk nefesini ensesinde hissetmişti.

Ama tarih kitaplarında 1926’da gerçekleşen suikast girişiminde Sabetayistlerin rolü hiç yer almadı. Veya buna Sabetayistlerin Karakaş grubunun rolü diyelim...

Bugün olduğu gibi, o gün de İzmir kripto-Yahudilerin kalesi durumundaydı, onlardan habersiz kuş uçmazdı. O yıllarda Gazi’nin en büyük muhalifi eski İttihat'çılardı. Fırka her ne kadar 1918’de kendini fesh etmiş olsa da, kadroları fiilen iş başındaydı, millî mücadelede aktif rol aldılar. Cumhuriyet ilan edilince yeni kurulan devlette iktidar kavgası kaçınılmazdı. Nitekim, parti kurma hazırlığında olan Karakaş'ların lideri Cavit Bey'in İttihat ve Terakki'yi diriltme hevesi gözden kaçmıyordu.

Hatırlayalım, daha 15 yıl önce II. Abdülhamid Han tahttan indirilince de benzer kavga yaşanmıştı. İttihat ve Terakki idareyi ele alır almaz ilk işi muhalifleri sindirmek olmuştu. Yeni Cumhuriyet için de aynı tehlike mukadderdi. Üstelik Gazi’nin işi daha zordu, çünkü karşısındaki ekip karşı-devrim ve suikastler konusunda oldukça deneyimliydi. Mustafa Kemal o ekibin içinde bizzat bulunmuştu, neler yapabileceklerini çok iyi biliyordu. İttihat ve Terakki’nin devrimci kadrolarının hangi Sabetayistlerden oluştuğunu O’ndan iyi kimse bilemezdi. İzmir suikastı, bir anlamda Atatürk’ün yanında ve karşısında olan Sabetayist grupların iktidar mücadelesiydi.

Kaybeden taraf intikam için uzun süre beklemek zorunda kaldı; Atatürk’ün vefatına kadar! 1938'de iktidar el değiştirince rövanş zamanı geldi. Doğru tahmin ettiniz, varlık vergisinden darbeyi yiyen tabii ki Kapancı'lar oldu. Neyse ki imdada Anglo-Amerikan lobi yetişince durum dengelendi. Hatta, çok partili sistem vesilesiyle ibre tekrar Kapancılardan yana döndü. Ancak mücadele bitmedi. Demokratik yollar tükenince Franko-Devlet en iyi bildiği yönteme başvurdu: Darbe!

1960'da idam sehpasına çıkan bu defa Kapancılar oldu. Böylece 1926'da asılan Karakaşların intikamı alındı.  Kan davası bitti, ama kavga bitmedi. Tabii bütün bu ölümüne mücadele sırasında her iki tarafın da ihlal etmediği bir kural vardı; "Aile Sırrı" asla ifşâ edilemezdi. Çünkü bunun açığa çıkması, her iki tarafın da idam fermanı olurdu.
 
Büyük ölçüde asimile olan Yakubiler ise daha çok "izleyici" pozisyonunda kaldı. Lozan sonrası Yunanistan ile yapılan nüfus mübadelesinde Sabetayist ailelerin tamamı Türkiye’ye gönderilmişti. Bunlar Trakya ve Ege bölgesi başta olmak üzere Anadolu’nun hemen her kentine yerleştirildi. Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, Kocaeli, Balıkesir, Çanakkale, Manisa, Kayseri, Sivas, Samsun, Adana, Mersin, Diyarbakır ve Bitlis Sabetayistlerin halen yaşamakta olduğu illerden bazılarıdır.

Dolaysıyla artık şehir bazında bir tasnif yapmak mümkün olmuyor. Bunlara bir de Karay Musevilerini eklediğimizde Türkiye’nin hemen her şehrinde kripto-Yahudi aileler olduğunu söylemek yanlış olmaz. Zamanla, Selanik-İzmir-Kırım orijinli bu gruplar arasında evlilikler oldu. Her ailede İslam’a şiddetle karşı olanlar bulunmakla beraber, ılımlı olanlar –Adnan Menderes hükûmetinde olduğu gibi– samimi dindarlar da vardı.

Karayların pek çoğu Hristiyan, İslam ve Musevi dinlerinin her üçünü de kabul eder. Bu yüzden bir kısmı gönüllü asimile oldular. Her ne kadar Musevi köklerinin bilincinde olsalar da, Melami, Bektaşi ve Mevlevi tarikatlarını benimsediler. Ama bir bölümünün amacı sadece Alevi-Bektaşi kimliğini İslam karşıtı faaliyetlere maske olarak kullanmaktı. Bu grup, gerçek Alevilikle ilgisi olmayan ateist bir klik yaratma projelerine bugün de devam etmektedir.

Yahudilikten dönenlerin bir kısmı samimi Müslüman olsa bile İslam inancına göre yaşamaları her zaman mümkün olmadı. Pek çoğu için cemaat baskısı aşılması zor bir engeldir. Aile içi sırların dışarıya sızmasından duyulan kaygı nedeniyle cemaat içi evliliğe mahkûm edilen insanların durumunu sıradan bir vatandaşın anlaması kolay değildir. İslami kurallara göre yaşamanın sebep olacağı "cemaatten dışlanma" kaygısı, spiritüel eğilimi olanları zamanla başka arayışlara yöneltti. Hindu geleneğindeki Advaita Vedanta ve İslam tasavvufunun Musevi ezoterizmi ile benzer olduğunu keşfedenler dindarlık sorununa çözüm buldu. Böylece ne Museviler, ne de Müslümanlar tarafından kınanmadan dini inanca uygun yaşama olanağı elde edildi. Bir çeşit tarafsız bölge gibi!

Dışarıda İslam, aile içinde Yahudi baskısı arasında sıkışan insanların çözümü Uzak Doğu öğretilerinde bulması doğaldı. Bütün semavî dinlerin kaynağında aynı Yüksek Prensip’ten kaynaklanan kadim bir Gelenek vardır. İlk defa René Guenon tarafından metafizik kuralları net şekilde açıklanan bu bilgiyi öğrenen pek çok kişi Hindu, Tao, Hristiyan, İslam ve Musevi dininin aynı inanç temeline dayandığını fark etti.

Fakat yüzyıl öncesinde durum biraz daha farklıydı. Küresel şebeke Osmanlı üzerindeki planlarını Sabetayistler üzerinden gerçekleştirirken inançlılara hiç mi hiç ihtiyacı yoktu. Dinsiz ve İslam düşmanı olanları makbuldü. Fransa patentli laik ulus-devlet modelini ithal edecek bir ekip oluşturuldu. Görünüşte laiklik ilkesi devletin her dine eşit mesafede bulunması şeklinde tarif edilse de, uygulamada İslami kurum ve değerleri yok etmek için bir araç olarak kullanılacaktı.

Müslüman Yahudiler 

Cemaat bazında Kapancı, Karakaş ve Yakubi olarak üçe ayrılan Sabetayistleri  farklı bir şekilde gruplandırabiliriz:

1. Yahudi köklerinin bilincinde olarak, dışarıda İslam evde ise Musevi inancına göre yaşayan ve bunu yeni nesle özenle aktaranlar. Bu kesim sadece Sabetay Sevi’nin Mesihliğine inanmakla kalmıyor, bir gün Yahudilerin bütün dünyaya hâkim olacağı inancını da canlı tutuyor. Bu amaca ulaşmak için Siyonizme destek veren ülkelerle işbirliği içinde olmaları misyonlarıyla uyumludur.

2. Modernizmin etkisiyle dini inançlardan uzak yaşayan ve sayıları gittikçe artan gruptur. Aralarında ateistler de vardır, ama Musevi çevrenin kendilerine sunduğu olanaklardan sonuna kadar yararlanırlar. İdeolojik bir amaç yerine daha materyalist bir yaşam tarzını benimsemişlerdir. Yahudi cemaatinden hayırsız evlat muamelesi görseler de tamamen dışlanmazlar. Genellikle İslam düşmanıdırlar. Her fırsatta İslam’ın Arap dini olduğuna vurgu yaparak, dindar Türkleri "Araplaşma" ithamıyla aşağılayarak birinci grupla ortak hareket ederler.

3. Tamamen Müslümanlaşmaktan yana olanlar. Bu kesim İslam’a samimiyetle inanır, çünkü bunda bir ihanet veya çelişki görmez. Muhammedi, İsevi ve Musevi şeriatın temelde aynı olduğunun farkındadırlar. Pek çoğu, dinin hakikatına esas teşkil eden "vahdet-i vücud" kavramının, İslam tasavvufu ile Musevi geleneğinde aynı olduğunun bilincindedir. Hatta pek çoğu, Hinduizm ve Taoizmin ezoterik yönüyle ortak noktaları da keşfetmiştir. Bir olan Yaratıcı ve O’nun elçilerine iman etmenin Musevi inançla çelişen bir tarafı olmadığı için, Nakşibendi, Melami, Mevlevi, Bektaşi gibi tarikatlara intisap etmekte sakınca görmezler.

Aslında dördüncü bir grup daha var ama tasnife gerek duymuyoruz. Çünkü tamamen asimile olmuşlardır. Uzun zaman önce bu kararı alan aileler çocuklarına hiç bahsetmedikleri için, ne etnik orijini, ne de atalarının inancı hakkında bilgi sahibi değildirler. Sn. Yalçın Küçük duruma el atmasaydı hiç farkında bile olmayacaklardı. Onun sayesinde bir kısmı öz kimliğini keşfetmenin heyecanını yaşasa da, diğer bir kısmı hoşlanmadı. Sonuçta mevcut yaşamlarına aynen devam ettiklerinden bu son grup kategori dışıdır.
 
Toplum nazarında işi karmaşık hale getiren, her üç gruptan Sabetayist ailenin de masonluk içinde yer almasıdır. Genelde toplum, araştırmak ve öğrenmek yerine ‘iyi’ veya ‘kötü’ şeklinde damgalama kolaycılığını sever. Masonluk iyi midir, kötü müdür; Sabetayistler dost mudur, düşman mıdır, şeklinde kategorize ederek genel bir hüküm verme yanlışı sıkça yapılır.

Oysa iyi ve kötü herhangi bir mezhebin, dinin, cemaatin, partinin veya ideolojinin tekelinde olan kavramlar değildir. Müslümanım demek insanı iyi yapmaya yetmediği gibi, mason olmak veya Sabetayist bir ailede doğmak da kötü yapmıyor. Nasıl ki, en iyi Müslüman olduğunu iddia eden IŞİD zihniyetinin cinayetleri bütün Müslümanları bağlamıyorsa, vatana ihanet içinde olan localar da bütün masonluğu bağlamıyor. İngiltere ve Fransa ile işbirliği yaparak Türkiye’de İslam düşmanlığı üreten Sabetayistler bütün cemaati temsil etmiyor.

Aynı durum Sabetaycılar dışında kalan diğer Musevi gruplar için de geçerlidir. İçlerinde ateistler, Siyonizme gönülden bağlı olanlar kadar, Müslüman görünen kripto-Yahudiler de vardır. Ama bir bölümü de gerçekte Müslüman olup Musevi görünmeyi tercih etmiştir. Hatta Musevi inancında devam ettiği halde Müslüman Türkler yanında yer alanlar da vardır. II. Abdülhamid Han pek çoğundan Siyonistlere karşı ajan olarak yararlandı. Bugün de aynı yöntem devam etmektedir.

Görüldüğü gibi konu “iyi mi, kötü mü” yaklaşımıyla basite indirgenecek kadar kolay değil. Hâliyle genellemeden kaçınarak bir ayrım yapmak zorundayız.

Aslında bu ayrım yakın zaman önce kendiliğinden ortaya çıktı. 25 Ağustos 2001’de Musevi iş adamı Üzeyir Garih bıçaklanarak öldürüldüğünde, en az cinayet kadar Şeyh Küçük Hüseyin Efendi’nin kabrinde ne işi olduğu da tartışıldı. Üstelik merhumun üzerinde Cevşen bulunmuştu. Cevşen, sıradan Müslümanların bile varlığından habersiz olduğu özel bir duadır. Ehl-i Beyt kaynaklı bu duanın değeri tasavvuf ehlince iyi bilinir.

Daha sonra anlaşıldı ki, Üzeyir Garih Hüseyin Efendi’nin kabrini düzenli ziyaret ediyordu. Bu da dikkatleri şeyhin üstüne çekti. Küçük Hüseyin Efendi 1828’de Ankara’da doğmuştu, 1930’da İstanbul’da vefat etti. Boyunun çok kısa olması nedeniyle ‘küçük’ lakabıyla anıldı. Osmanlı döneminde Anadolu’da Kadiri ve Rufai tarikatları yaygındı. İstanbul’da ise daha çok Mevlevi ve Nakşibendi dergâhları hâkimdi. Sultan II. Abdülhamid zamanında Şazeli tarikatı da bunlara eklendi. Çünkü Halife’nin kendisi de Şazeli idi. Ayrıca Nakşibendî yolunun bir alt kolu olan Arusi dergâhı da yine Abdülhamid Han zamanında yaygınlaştı.

Tarikatların çokluğu yanıltmasın, aslında hepsi aynı bahçeye giden farklı yollar gibidir. Zaten tarikatın kelime anlamı da ‘yol’ olup İlahî hakikate ulaştırma manası taşır. Farklı isimlendirme sadece yöntemlerden kaynaklanır. Örneğin Nakşibendi yolunda zikir sessiz yapılırken Kadiri yolu zikr-i cehri (açık zikir) yapar. Her Mürşid-i Kamil, geleneksel uygulamada küçük değişiklikler yapma yetkisine sahiptir. Böylece ana tarikatın bir alt dalı meydana gelmiş olur. Örneğin Halidi Bağdadi’den ders alanlar ‘Halidiyye’ kolu olarak adlandırılsa da, ana yol yine Nakşibendi’dir.

Arusi yolu özünde Nakşibendi olmakla birlikte Kadiri tarikatının ‘sesli zikir’ yöntemini de benimsedi. İlk defa Horasan’da ortaya çıkmış olmasına rağmen daha çok Kuzey Afrika’da yayıldı. Yani Şazeli tarikatı ile aynı coğrafyada gelişti. Libya, Cezayir gibi ülkelerde etkin olan bu iki tarikatın Sultan II. Abdülhamid tarafından İstanbul’a getirilmiş olması tesadüf değildi.

Özellikle Nakşibendi-Arusi kolu dikkat çekicidir. Arusi tarikatı kısa zamanda üst düzey devlet erkânı ve iş adamları arasında yaygınlaştı. Yabancı locaların ezoterik cazibesine karşı Türk sosyetesine bir alternatif olarak sunulduğu anlaşılıyor…

Askeri ve siyasi alanda olduğu gibi, felsefi ve mistik konularda da rakiplerinin alanını daraltan II. Abdülhamid Han’ın uzun vadeli planlar yaptığına kuşku yoktur. Görünen o ki, mücadele sadece harp meydanında değil, metafizik ortamda da olanca şiddetiyle devam ediyordu. Musevi ve İslam ezoterizmi ile masonluğun batıni derinliği henüz yeterince bilinmediği için daha fazla detaya giremeyiz. Tarikat ve locaların içinde uzun yıllar bulunanların bile tam olarak bilemediği konularda toplumun bilgi sahibi olmayışı yadırganamaz. Bu yüzden olayın sadece sosyolojik boyutunu incelemekle yetineceğiz.

Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak gibi önemli komutanların yanı sıra, ABD Büyükelçisi Münir Ertegün gibi pek çok bürokrat, akademisyen ve işadamı Küçük Hüseyin Efendi’ye bağlıydı. Türkeş ailesinin yakın dostu Mehmet Faik Erbil’in dediğine göre Alparslan Türkeş doğduğunda kendisine Feyzullah Hüseyin adı verildi. Ailesi, tarikata olan bağlılık ve şeyhlerine saygıdan dolayı çocuklarına Hüseyin Efendi ve onun şeyhi olan Feyzullah Efendi’nin isimlerini vermişti.

Fevzi Çakmak vasiyeti üzerine Küçük Hüseyin Efendi’nin yanına defnedildi. Üzeyir Garih cinayeti olmasaydı kimse sosyetenin ünlü simalarının Şeyh Hazretlerinin müridi olduğunu öğrenemeyecekti. Doğal olarak kafalar karıştı. Tekke ve zaviyeler kapatılırken nasıl olur da T.C. Genelkurmay Başkanı Nakşibendi olabilirdi?

Üstelik tek değildi, tanınmış siyasetçiler, sanatçılar, bilim ve devlet adamları Şeyh Küçük Hüseyin Efendi’ye müntesip idi. Mustafa Kemal’in bütün bunları bilmemesi mümkün müydü, yoksa o da mı işin içindeydi?

Atatürk’ün Soyu
Hep tartışıldı; bir kesim Selanikli Yahudi dönmesi olduğunu söylerken, diğer bir kesim şiddetle karşı çıktı, dedelerinin Konya, bazılarına göre Malatya’dan Balkanlara gelen Türk boylarından olduğunu söyledi.

Farkına varmadan acı bir gerçekle yüzleşmiş olduk. Demek ki bir insanın iyi mi, kötü mü olduğuna karar vermeden önce soyuna bakmak gerekiyormuş. Yirminci yüzyılın ilk yarısında zirveye çıkan ırkçılığın yarattığı tahribat o kadar dehşet vericidir ki, bugün bile bu konunun tartışılıyor olması, hâlâ zehrin etkisinde olduğumuzu gösteriyor.

Mustafa Kemal’in vatansever bir kahraman olduğunu, soyunu Türk boylarına dayandırmak suretiyle kanıtlama çabasında olanları hayretle izliyoruz. İçine düştükleri zavallı durumu görememek bir yana, şuur altında yatan ırkçılığı haykırdıklarının farkında bile değiller!

Yahudi bir ailede doğan herkes otomatik Siyonist midir? İsrail yanlısı mıdır? Sabetayist bir ailenin her ferdi Sabetay Sevi’nin mesih olduğuna doğuştan mı iman eder? Bir insanın Musevilikten dönmesi onu doğal bir hain mi yapar ki hemen ‘tehlikeliler’ kategorisine alınıp fişlensin?!

Elbette her aile çocuğunu kendi inançları ve gelenekleri doğrultusunda yetiştirir. Dolaysıyla her bireyin ait olduğu toplumla benzer düşüncelere ve ideallere sahip olması doğaldır. Ancak bu durum, o toplumun bütün fertlerini tehlike olarak görme yanlışına iterse, o zaman adı ırkçılık olur, faşizm olur!

Empati önemlidir, özellikle son zamanlarda en çok ihtiyaç duyduğumuz bir niteliktir. Başkalarını kolayca yargılarken o insanların yerine kendimizi koyarak adaletle hükmetmek zor bir meziyettir. Bazı Yahudi dönmelerinin milliyetçi görüntü arkasından İslam’a saldırdıklarını ortaya koymamız hepsinin öyle olduğu anlamı taşımıyor. Tam aksine, samimi olarak İslam dinine geçenlerle, Siyonist hedeflerine ulaşmak için Türk rolü yapanları ayırma amaçlıdır. Elbette herkes gibi bir Yahudi de yaşamını atalarının dini üzerine devam ettirebilir veya bir başka dine geçebilir. Bundan dolayı kimse kınanamaz. Ancak içinde yaşadığı toplumun içine sızma amacıyla Müslüman veya Hristiyan maskesi takarak düşmanlık üretirse, o zaman maskeyi çıkarıp gerçek kimliğini deşifre etmek zorunludur.

Diğer taraftan Musevi kalarak sadakatle ülkesine hizmet edenler olduğu gibi, İslam dinine samimiyetle inanarak vatanı için mücadele edenler de vardır. Kısacası bir insanın hangi etnik kimlik veya din üzere doğduğu değil, yaptığı işler önemlidir. Bu nedenle Mustafa Kemal konusunu incelerken soyu üzerinde durmayacağız. Çünkü icraatları ve tarihi misyonu aile şeceresinin çok daha önündedir.

Fakat, Atatürk ile ilgili en küçük detayları bile atlamayan resmi tarihin, dedeleri ve nineleri hakkında tek kelime etmemesi dikkat çekicidir. Bilimin boş bıraktığı alanı herkesin kendi siyasi görüşüne uygun bir teoriyle doldurması kaçınılmazdır.

Şu kadarını biliyoruz ki, Atatürk en başından beri aralarındaki kavgayı biliyordu, Sabetayistlerin Kapancı ve Karakaş gruplarının çatışmasından yararlandı. Her iki cemaat içinde de ılımlı İslam modelini destekleyenler olduğu gibi, katı İslam düşmanları çoğunluktaydı. Dinin topyekün imhasından yana olan bu kesimi kolay tanımak için bir ipucu verelim; Fransa devlet modelinin "olmazsa olmaz" koşulu olan laiklik ilkesini bizim Jön-Türkler "rakı" olarak anlamıştır. Şaka değil, bugün bile görebilirsiniz İttihat ve Terakki artığı medyada "filan paşa laikti, iyi rakı içerdi" haberlerine... Onların anlayışında "alkol" bir çeşit laiklik ölçer-metre'dir. Şairin dediği gibi; beni bir sen anladın, sen de yanlış anladın!


Peki, Atatürk laikliği nasıl anlamıştı?!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder