22-HİLAFET PROJESİ

"Biz vakıa birkaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyetin mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki; buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyete lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ithamlara rağmen Peygamberin son arzusunu, yani mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin'in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hâkimiyet ve nüfuzunun tahtında (altında) bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah'ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam âleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur." (20 Ağustos 1937 T.C. İçişleri Bakanlığı, Arşiv Dosya No: 0301026679325)

28 Ekim 1922’de itilaf devletleri Ankara Hükûmetini Lozan’a davet ettikten hemen iki gün sonra saltanat kaldırıldı. Başka bir ihtimal olmadığını hem Meclis, hem de halk biliyordu. Ve yine herkes biliyordu ki, önemli olan Osmanoğulları’nın saltanatı değil, Hilafetin bir şekilde korunmasıydı. Bunun nasıl başarılacağını da Gazi Mustafa Kemal en ince ayrıntısına kadar açıkladı. 1 Kasım 1922’de Meclis kürsüsünde konuşurken Mustafa Kemal’in sözleri sık sık alkışlarla kesiliyordu:  

"…Efendiler! Yine malumdur ki, dünyada yüz milyonluk bir Arap kütlesi vardır. Ve bunların Asyai kısmı çoğunlukla Arabistan yarımadasında bulunmaktadır. Mazharı nübüvvet ve risalet olan Fahri âlem (kâinatın övünç kaynağı) Efendimiz bu kütle-i Arap içinde Mekke’de dünyaya gelmiş mübarek ve muhterem bir varlıktır.

Arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür, ilahî adetlerin tecelliyatına bakarak diyebiliriz ki, insanlık tarihi iki sınıfta, iki devirde mütalaa olunabilir. İlk devir çocukluk ve gençlik devridir. İkinci devir ise, insanlığın ergenlik ve yetişkinlik dönemidir.

Beşeriyet birinci devirde, tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi, yakından ve maddi vasıtalarla kendisi ile ilgilenmeyi ve yönlendirilmeyi gerektirirdi. Allah, kullarının lazım olan, tekâmül noktasına kavuşuncaya kadar içlerinden vasıtalarla kullarıyla ilgilenip eğitmeyi, ulûhiyetinin bir gereği kabul etmiştir. Onlara Hazreti Adem Aleyhisselamdan itibaren bilinen ve bilinmeyen sayısız denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve resuller göndermiştir. Fakat Peygamberimiz vasıtası ile en son dini ve medeni hakikatları verdikten sonra, artık insanlarla ve bir peygamber vasıtasıyla temasta bulunmağa lüzum görmemiştir. Çünkü insanlığın anlayış, aydınlanma ve olgunlaşma derecesinin, artık her kulun doğrudan doğruya, ilahî ilhamlarla temas kabiliyetine vasıl olduğunu kabul buyurmuştur ve bu sebepledir ki, Cenabı Peygamber, hatem-ül enbiya (son peygamber) olmuştur ve kitabı mükemmeldir.

Son peygamber olan Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi vesellem 1394 sene evvel Rûmi nisan içinde ve Rebiülevel ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabaha doğru tan yeri ağarırken doğdu, gün doğmadan. Bugün o gündür. Filhakika Arabî tarihlerinde bu akşam Peygamberimizin doğum gününün tamam senei devriyesine tesadüf ediyor. İnşaallah bu hayırlı tesadüftür. (İnşallah sedaları)

Hazreti Muhammed çocukluk ve gençlik günlerini geçirdi. Fakat henüz peygamber olmadı. Yüzü nurani, sözü ruhani, rüşt ve rü’yette eşsiz, sözünde sadık ve yumuşak, insaniyet ve mertlikte herkesten üstün olan Muhammed Mustafa, evvela bu özel sıfatları ve güzel farklılıklarıyla kabilesi içinde ‘Muhammed-ül Emin’ oldu.

Muhammed Mustafa peygamber olmadan evvel, kavminin muhabbetine, hürmetine, itimadına mazhar oldu. Ondan sonra ancak kırk yaşında nübüvvet ve 43 yaşında risalet geldi. Fahri âlem Efendimiz sayısız tehlikeler içinde, sonsuz mihnetler ve meşakkatler karşısında yirmi sene çalıştı. Ve İslam dinini tesise ait peygamberlik vazifesini ifaya muvaffak olduktan sonra a’layı illiyyine (yüceler yücesine) vasıl oldu.

Kendisinin irşat ve tebligatına mazhar olan bütün Müslümanlar, bilhassa güzide arkadaşları birçok gözyaşı döktüler. Fakat insanlık icabı olan bu üzüntünün fayda vermeyeceğini derhal idrak eden bu feraset ve fetanet erbabı, Peygamberin arkasından ağlamak değil, ümmetin maslahat ve menfaatini bir an evvel güzelce yürütüp yerine getirecek tedbir almak kanaati ile toplandılar. Resul-i Ekreme Halife olacak bir emir intihabı seçilmesi mevzuu bahsedildi.

Ebubekir’den şahsen çok hoşlanırdı ve son nefeslerini yaşarken Ebubekir’in kendisine halef olması muvafık olacağını muhtelif tarzlarda işaret dahi buyurmuşlardı. Bütün bunlara bakarak sahabe (Peygamberin arkadaşları) toplanıp resmen bir tayin ve tercih yapmaktan başka bir iş kalmamış olduğuna hükm olunabilirdi. Hâlbuki bu Halife seçme işi o kadar basit olmadı. Bilakis mesele çok müzakerelere, münakaşalara ve çok esaslı ihtilaflara maruz kaldı. Emiri intihapta (devlet başkanı seçiminde) mühim olarak üç muhtelif bakış açısı ortaya çıktı.

Bu nokta-i nazarlardan birisi, makamı hak etmek ve ümmetin maslahat ve menfaatini gözetmek için lazım olan kudret ve kifayetin kaide ittihazı idi. Buna göre makamı hilafet, en kuvvetli ve en nüfuzlu ve en reşit kavmin olacaktı. Bu nokta-i nazar (bakış açısı) cumhuru sahabenin idi.

İkinci nokta-i nazar, o güne kadar İslam’ın zaferine hizmet eden kavmin hilafete müstahak addedilmesiydi. Bu Ensarın (Medineli Müslümanların) nokta-i nazarı idi.

Üçüncü fikir ise, akrabalık durumunu ve ehlibeytin hukukunu gerekli ve önemli görmekteydi. Bu da Haşimilerin (Peygamberimizin akrabalarının) nokta-i nazarı idi. Bu üç görüşten oy birliği ile birini tercih etmek ve Halife seçimini gerçekleştirmek mümkün olamadı. En nihayet muhtemel bir dağılma ve başıboşluk döneminin derhal önüne geçmek lüzumuna kani olan Hazreti Ömer’in tesiri ile Hazreti Ebubekir’e biat olundu.

Görülüyor ki, ilk Halifenin tayininde, genel görüşlerin ortak noktasından ziyade, şahsi tesir neticeye şekil vermiştir. Efendiler, bu muhalefet ve münakaşaların boş yere olduğunu zannetmeyelim. Hakikaten emri hilafet İslam milletince en büyük bir maslahattır. Çünkü Efendiler, Halife-i Nebeviye (Peygamberin Halifesi) ehli İslam arasında rabıta olan bir emarettir. Ve ehli İslam’ın söz birliği ederek toplanmalarını temin eden bir emarettir.

Emaret (başkanlık) işte Cenabı Hakk’ın bir sır ve hikmetidir ki, kurulması daima satvet ve kuvvetle mümkündür. Bunun asıl maksadı ise, fitne ve fesadı ortadan kaldırmak, asayiş ve güvenliği korumak, millî savunmayı sağlamak ve ülkede genel düzeni ve gelişmeyi başarmaktır. Bu dahi ancak satvet (caydırıcı güç) ve kuvvete bağlıdır. Adetullah (Allah’ın icraatı) bu vechile cari olagelmiştir.

Buna nazaran yukarıda izah ettiğimiz üç muhtelif nokta-i nazardan birincisi, kuvveti ve nüfuzu olan kavmin, milletin hilafete varis olması noktası idi. Diğer görüşlere tercih edilip galip olması tabiidir ve Hazreti Ebubekir’in bittesir (tesir altında) makamı hilafeti işgal etmesi isabetlidir. İşte bu suretle, zamanı saadetten sonra hilafet unvanı ile bir İslami başkanlık teşekkül etmiştir.

Fakat Efendiler, Peygamberin vefatı ile derhal her tarafta irtidat (dinden dönmeler) başladı, irtica başladı, isyan başladı. Hazreti Ebubekir bunları bertaraf etti, vaziyete hâkim oldu. Bir taraftan da İslami yönetimin hudutlarını genişletmeye tevessül eyledi. Ebubekir, son demlerine yaklaşınca kendi seçimindeki sıkıntıları düşünerek Hazreti Ömer’i vasiyetname ile bizzat intihap etti.

Hazreti Ömer’in zamanı hilafetinde İslam ülkeleri fevkalade denecek derecede süratle genişledi, servet çoğaldı. Hâlbuki bir milletin içinde, servet ve zenginliğin yayılması, insanlar arasında dünya hırsının ve düşmanlığın da oluşmasına, bu da ihtilal ve fitnenin ortaya çıkmasına sebep olmak, bu fesat âleminin gerektirdiği hallerdir.

İşte bu nokta Hazreti Ömer’in zihnini kurcalıyordu. Bir de Hazreti Ömer düşünüyordu ki, Resulü Ekrem, sırlarına paylaştığı seçkin ashabına şunu demişti:

‘Ümmetim düşmanlarına galebe edecek. Mekke, Yemen, Kudüs ve Şam’ı fethedecek, Kisra ve Kayserin hazinelerini taksim eyleyecektir ve fakat ondan sonra aralarında fitne ve ihtilal ve nefsaniyetler meydana gelecek ve geçmiş meliklerin mesleğine gideceklerdir...’

Hazreti Ömer bir gün Huzeyfe-tül-Yemani radiyallahu anh (Allah ondan razı olsun) Hazretlerine, deniz dalgaları gibi gelecek fitneyi sorduğu zaman aldığı cevapta: ‘Senin için bu konuda endişe edecek bir durum yok; senin zamanınla onun arasında kapalı bir kapı vardır’ dedi.

Hazreti Ömer sordu: ‘Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?’

Huzeyfe: ‘Kırılacak.’ dedi. (Hazreti Ömer fitneye izin vermeyecek, şehit edilecek anlamında)

Hazreti Ömer: ‘Öyleyse artık bir daha kapanmaz’ dedi ve üzüntülerini belirtti.
Hakikaten kapı kırılmak mukadderdi. Çünkü İslam ülkeleri genişlemiş, sıkıntılı işler çoğalmıştı. Bu şekli emaret ve bu tarzı idare ile her yerde tam ve mükemmel adaletin icrası zorlaşmıştı. Hazreti Ömer bunu idrak ediyor, sıkılıyor ve Allah'ına yalvararak diyordu ki:

‘Ya Rab, ruhumu kabzet!’

Ömer bir gün ağlarken sebebi soruldu;‘Nasıl ağlamayayım ki, Fırat kenarında bir oğlak zayi olsa, korkarım ki hesabı Ömer’den sorulur.’ diye cevap verdi.

Evet, Hazreti Ömer (radiyallahu anh) artık hilâfet unvanı altındaki tarzı emaretin (yönetim şeklinin) bir devlet idaresine yeterli olmadığını, tek bir zatın kendi faziletinde, kendi kudretinde ve hatta kendi mehabetinde (heybetinde) olsa dahi bir devletin idaresine kâfi gelemeyeceğini tam anlamıyla idrak eylemişti. Hatta bu endişe ile idi ki, Ömer kendinden sonra artık bir halife düşünemez oldu. Kendisine oğlunu tavsiye ettikleri zaman ‘Bir haneden bir kurban yetişir’ dedi.

Abdurrrahman Bin Avfı çağırdı: ‘Ben seni kendi yerime veliaht eylemek istiyorum’ dedi.

O da: ‘Bana, bu görevi kabul et, deyu rey ve nasihat eyler misin’ deyince,

Ömer: ‘Edemem ya Avf’ dedi.

Abdurrahman; ‘Vallahi ben de ebediyen bu işe giremem’ dedi.

En nihayet Ömer, en makul noktaya temas etti. Emareti (yönetimi) meşverete (istişare heyetine) havale etti. Ömer’den sonra ashabı şûra ve bütün halk mescidi lebaleb (tıka basa) doldurdu ve orada bazı şayanı dikkat vaziyetlerle yine ümmetin idaresini, intihap ettikleri (seçtikleri) bir halifeye tevdi ettiler.

Böylece Hazreti Osman halife oldu. Fakat kırılmaya mahkûm olan kapı, artık kırılmıştı. İslam ülkesinin her tarafında bin türlü hoşnutsuzluk başladı. Zavallı Osman aciz ve naçiz bir vaziyete düştü. O kadar ki, Şam valisi Muaviye onun hayatını muhafaza etmek için kendi himayesine davet etti. Bunu uygun görmeyen Hazreti Osman’a asker göndermeyi teklif etti. Bunların hiçbirisine meydan kalmadı. Her tarafta isyan eden muhtelif mıntakalar halkı Medine’de, evinin içinde Hazreti Osman’ı muhasaraya (kuşatmaya) aldı. Ve muhterem eşinin yanında şehit etti. Birçok gürültülü ve kanlı olaylardan sonra Hazreti Ali (Kerrem allahü veche) makamı hilâfete getirildi.

Tekrar edelim ki, artık kapı kırılmıştı. Aynı ırktan olmakla beraber Irak başka bir şey, Yemen başka bir şey, Suriye başka bir şey ve Hicaz diyarı da bambaşka bir şeydi.

Merkezi faaliyeti Irak'ta bulunan Hilafeti Abbasiyenin mevcudiyetine rağmen Endülüs’te dahi ‘Halife-i Resulullah’ ve ‘Emîr’il-müminîn’ unvanları ile asırlarca saltanat sürmüş hükümdarlar mevcuttu. Beyanatıma mukaddeme olarak izah etmiştim ki, bundan 1500 sene evvel, yani hicreti nebeviyeden iki buçuk asır evvel Orta Asya’da muazzam bir Türkiye Devleti mevcuttu. İslam öncesi mevcut olan bu devletlerin sahibi Türkler, bundan 1000 sene evvel İslam’ı kabul ettiler. Evvela şarka doğru ülkeyi genişleterek Çin hududuna kadar icrayı nüfuz eylediler. Hulefayı Abbasiye zamanında bu civanmert, asalet ve şecaatle tanınmış olan Türkler, asker olarak Suriye’ye, Irak’a kadar geldiler. Abbasi halifelerinin tahtı idaresinde bulunan bu yerlerde etkin ve yetkin makamlara geldiler. En yüksek idare ve emrü kumanda makamına yükseldiler.

Dördüncü asrı hicride idi ki, Selçuk hükûmeti namı altında muazzam bir Türk Devleti teşekkül etti. Bu devletin namı altında icrayı faaliyet eden Türkler, bir taraftan Kafkasya’ya diğer taraftan cenuba, İran ve Irak’a ve Suriye’ye garba, Anadolu’ya nüfuz eylediler. Bağdat’ta oturan Abbasi halifeleri de bu muazzam Türk Devletinin etkinlik dairesine girmişti. Gerçek şudur ki bu Türk Devleti beşinci asır ortasında Maveraünnehir ve Harezmi, Şam ve Mısır’ı ve Anadolu kıtasının çoğunu ve birçok memleketi zaptla hududunu Kaşgar’dan ve Seyhun mecrasından Akdeniz ve Bahri Ahmer ve Bahri Ummana kadar genişletti ve Bağdat’ta bulunan Hulefayi Abbasiyeyi kendi eline ve idaresine aldı.

Bağdat’ta aynı merkezde Melikşah namında Türk hâkimiyetini temsil eden bir zat ile halife namını taşıyan Muktedibillah, yan yana oturdular ve akraba oldular. Bu vaziyeti biraz tahlil etmek isterim.

Türk Hakanı ki, muazzam bir Türk Devletinin hâkimiyet ve saltanatını temsil ediyor, ama yanı başında bir hilafet makamının ayrıca bulunup korunmasında bir beis görmüyor. Eğer böyle bir mahzur görseydi zaten, kendi eline ve idaresine aldığı bu makamı ortadan kaldırması ve o makama ait sıfat ve salahiyatı kendi makamında toplaması mümkündü. Hazreti Selim’in yaklaşık beş asır sonra yaptığını, eğer isteseydi, Melikşah daha o zaman Bağdat’ta yapmış olurdu.

Şimdi Efendiler, makamı hilafet korunmuş olarak, onun yanında hâkimiyet ve saltanatı milliye makamı ki, Türkiye Büyük Millet Meclisidir, elbette yan yana durur ve hem de Melikşah’ın makamı karşısında aciz ve naçiz bir makam sahibi olmaktan daha âli bir tarzda bulunur; çünkü bugünkü Türkiye Devletini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Çünkü bütün Türkiye halkı, bütün kuvvetiyle hilafet makamının istinadgâhı (dayanağı) olmayı, doğrudan doğruya yalnız vicdani ve dini bir vazife olarak, taahhüt ve tekeffül ediyor.

Tarihi tetkik silsilesi üzerinde birkaç adım daha beraber atalım:

İrtihali Fahri Âlemden (Peygamberimizin vefatından) sonra birinci Halife-i Resul Ebubekir ne kendisi dünyayı istemiş, ne dünya ona teveccüh eylemişti. İkinci halife Hazreti Ömer, içtimai hayattaki dalgalanma ve çatışmaları durdurmanın mümkün olmadığı kanaatini yakinen idrak ederek ve ruhu muzdarip vefat etti.

Hazreti Osman’a gelince, mukadder olan saldırı ve sapkınlıklar içinde kanını Kitabullah’a akıtarak terki dünya eyledi. Hazreti Ali, hilafeti kendi idaresinde toparlayamamak ve Ehl-i beyti Resulün hukukunu koruyamamak bahtsızlığına giryan oldu.

Emeviler doksan seneden fazla hilafeti muhafaza edemediler. En sonunda hilafet etkinliği Bağdat surlarına sıkışmaya mecbur olan Abbasi Halifelerinin sonuncusu Mutasımı, evlat ve ailesi ile ve sekiz yüz bin kişi Bağdat ahalisi ile beraber (maalesef) Hülagü’ya kurban vermişlerdi. 
...
Bağdat’taki Hülagu’nun sebep olduğu bu mühim olay neticesinde, küre-i zemin üzerinde halife ve hilafet makamı ölü bir hale geldi. Bundan üç sene sonra, yani 659 hicri tarihinde idi ki, Abbasi Halifeleri neslinden El-Mustansır-billah isminde bir zat Hülagu’dan kurtulup Mısır hükûmetine iltica etti ve bu zat Mısır Meliki tarafından halife olarak tanındı. Bundan sonra on yedi zat halife unvanını haiz olarak ve fakat hiçbir salahiyeti, hiçbir tesir ve nüfuzu olmayarak, doğrudan doğruya Mısır Hükûmetinin himayesinde, birbirlerinin yerine geçmek suretiyle hayatlarını sürdürmüşlerdir.

Selçuklu Devleti’nin idaresinde genel bölünme olması üzerine, Türkler 1300 yılında Selçuk Devleti yerine Osmanlı Devletini kurdular. Bu devletin ulularından Yavuz Selim Hazretleri 1517’de Mısır’ı zapt ettiği zaman, orada idam ettirdiği Mısır hükümdarlarından başka, unvanı halife olan bir zat buldu. Halife sıfatının, böyle âciz bir şahıs tarafından kullanılması İslam âlemi için leke olduğuna şüphe etmediğinden, o sıfatı, Osmanlı Devletinin gücüne dayandırarak canlandırmak ve yüceltmek üzere aldı.

Artık milletin en mâkul ve meşru ve en insani salâhiyetini istimal etmek zamanı geldiğinde tereddüdü kalmamıştı. Tarih-i cihanda bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman Devleti tesis eden ve bunların hepsini hâdisat ile tecrübe eyliyen Türk milleti bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında bir devlet tesis ederek bütün felâketlerin karşısında meftur olduğu kabiliyet ve kudretle ahzi mevki etti. (Şiddetli alkışlar)

Millet mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve millî saltanat ve hâkimiyeti bir şahısta değil, bütün efradı tarafından müntehap vekillerinden terekküb eden bir Meclisi âlide temsil etti. İşte o Meclis, Meclisi âlinizdir; Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Ve bu makam-ı hâkimiyetin hükûmetine, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti derler. Bundan başka bir makam-ı saltanat, bundan başka bir heyeti hükûmet yoktur ve olamaz.

Kendine sıfat-ı hilâfeti izafe eden bu mevkii şahsi, münhedim olunca makam-ı hilâfet ne olacaktır? sûali vâridi hatır olur. (Hilafeti kendine alan bu kişisel mevki yok olunca hilafet makamına ne olacaktır sorusu akla gelir)

Efendiler, Abbasi Halifeleri devrinde Bağdat’ta ve ondan sonra Mısır’da hilafet makamının asırlar boyunca saltanat makamı ile yan yana ve fakat ayrı ayrı bulunduğunu gördük. Bugün dahi saltanat ve hâkimiyet makamı ile hilafet makamının yan yana bulunabilmesi en tabii bir durumdur. Şu farkla ki, Bağdat’ta ve Mısır’ın saltanat makamında bir şahıs oturuyordu. Türkiye’de ise o makamda asıl olan milletin kendisi oturuyor. Artık hilafet makamında Bağdat ve Mısır’da olduğu gibi, güçsüz ve sığıntı aciz bir kişi değil, dayanağı Türkiye Devleti olan yüksek bir şahsiyet oturacaktır.

Bu suretle bir taraftan Türkiye halkı medeni bir devlet halinde her gün daha rasin olacak, her gün daha mesut ve müreffeh olacak, her gün daha çok insanlığını ve benliğini anlayacak, eşhasın hıyaneti tehlikesine kendisini mâruz bulundurmayacak ve diğer taraftan makam-ı hilâfet de bütün âlemi İslâm’ın ruh ve vicdanının ve imanının irtibat noktası, Müslüman kalplerin huzuru olabilecek bir izzet ve ulviyette tecelli edecektir.

Efendiler, Türkiye Devletinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükûmeti mefhumlarının millet ve memleket için ne kadar kuvvet ve feyz, kurtuluş ve saadet vadettiğini izaha lüzum görmem. Şu üç senelik fiili tecrübe ve bunun mesut meyveleri, yeterli fikir ve kanaat verebilir itikadındayım. Bundan sonra makam-ı Hilafet’in dahi Türkiye Devleti için ve bütün Âlem-i İslam için ne kadar feyizkâr olacağını da istikbal bütün açıklığıyla gösterecektir. Türk ve İslam Türkiye Devleti, iki saadetin tecelli ve tezahürüne menba ve menşe olmakla dünyanın en bahtiyar bir devleti olacaktır."
(İnşaallah sedaları) TBMM, 1.11.1338 c.1 / Nutuk c.3, Vesikalar, Devlet Kitapları, Millî Eğitim Basımevi 1971, s.1238-1251

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder