9-DERİN DARBE

İlk astıkları Adnan Menderes değildi. Franko-Türkler, kendilerini yetiştiren Fransalı ağabeylerinden öğrendikleri ihtilal tekniklerini ilk defa 1876’da Sultan Abdülaziz üzerinde uyguladı. Günümüz gençleri daha şanslı, artık günde birkaç tane görebiliyorlar. Eskiden ömrü boyunca bir devrim gören şanslıydı.

Devrimin ilk kuralı, eskilerin tabiriyle ‘nümayiş’tir. Şimdiki adıyla protesto gösterileri... Bu kural Abdülaziz için de, Menderes için de değişmedi. Zaten önemli olan kimin neyi protesto ettiği değildir. Kalabalıkların bir şekilde sokağa dökülmesi ve çatışması yeterlidir. İlk olarak Fransa’da bu işi başarıyla gerçekleştiren lejyonun Türkiye uzantıları aynı yöntemi kullandı.

Darbe öncesi nümayiş, genelde halkın aç olduğu, kralın israf ettiği edebiyatı üzerinden yapılır. Sultan Abdülaziz’i protesto edenlerin derdi neydi kimse anlayamadı. Ama halkı sokağa dökenlerin derdini çok iyi anlıyoruz.

Abdülaziz Han kendisinden önceki Abdülmecid ve II. Mahmut gibi değildi. Batıdan gelen dayatmalara karşı dirençli olduğu gibi, onların içteki uşaklarına da boyun eğmiyordu. Her ne kadar sarayı ve cümle devlet kurumlarını ele geçirmiş olsalar da, Franko-Türkler hâlâ rahatsızdı. Fransa’nın Civil Code (Medeni Kanun)’unu tercüme ederek uygulatmayı padişaha bir türlü kabul ettirememişlerdi. Dahası, Sultan dedeleri Fatih ve Yavuz’a özeniyor, onlar gibi fetih hayalleri kuruyordu. Abdülaziz güçlü kuvvetli biriydi. Güreşe meraklı olduğu ve baş pehlivanlarla bizzat güreştiği bilinir.

Onun bu pervasız tutumu kabul edilemezdi, askerî öğrenciler sokağa döküldü. Daha önce sözü edilen ilk Türkçülerden Süleyman Paşa Harp Okulları komutanıydı. Onun emriyle öğrenciler sarayı kuşattılar. Aslında Süleyman Paşa bu darbede baş rol oynamıyordu. Hatta sonradan kullanıldığını anladığında Hüseyin Avni Paşa’ya demediğini bırakmadı, ama iş işten geçmişti.

Darbenin esas planlayıcıları ‘dinim kinimdir’ diyecek kadar Osmanlı hanedanından nefret eden serasker Hüseyin Avni Paşa, “Âl-i Osman gider Âl-i Mithat gelir” sözü ile meşhur olan Mithat Paşa ve sadrazam Mütercim Rüştü Paşa idi. Bu isimler yolsuzluk ve ahlaksız davranışlar nedeniyle defalarca uzaklaştırılmış, ancak gösterileri yatıştırmak için Padişah tarafından tekrar göreve getirilmişlerdi.

30 Mayıs 1876’da Türkçü Süleyman Paşa’nın marifetiyle padişahın tahttan indirildiği gün büyük bir yağma yaşandı. Saray kadınlarının yanlarına mücevherlerini almalarına dahi izin verilmedi, güya bir şey çalmalarını engellemek bahanesiyle teker teker aranmışlardı. İşte bu esnada padişahın zevcelerinden Neşerek Sultan’ın şalı üzerinden alınmış ve aşağılanmıştı. Dört gün sonra Abdülaziz Han’ın bileklerini keserek intihar ettiği duyuruldu. Bir hafta sonra da Neşerek Sultan üzüntüden vefat etti.


Kafkas Faktörü...
Darbeciler başarılarını kutluyorlardı. Ancak hesaba katmadıkları bir şey vardı. Hakarete uğrayan Neşerek Sultan aslen Kafkasyalı idi ve kardeşi Yüzbaşı Çerkez Hasan Bey ablasının ölümünden darbecileri sorumlu tutuyordu. Hasan Bey 15 Haziran’da, Mithat Paşa’nın Beyazıt’taki konağında toplantı halinde olan bakanlar kurulunu bastı, sağ elinde tabanca sol elinde bıçak vardı. Önce Hüseyin Avni Paşa’yı kurşunladı. Mithat Paşa yan odaya kaçtı. Bir kurşunla da Hariciye Nazırı Raşit Paşa’yı öldürdü. Kendisine engel olmaya çalışan sadaret yaveri ve bir hizmetçi de çatışma esnasında öldü. Hasan Bey’i tutuklayan yüzbaşının hakaret etmesi üzerine çizmesine sakladığı son tabancayla da onu vurdu. Kendisi de yaralanmıştı. Asılacağını biliyordu, tedavi istemedi, ertesi gün divan-ı harp kararıyla idam edildi.

Bu olay şebekenin Kafkasyalılar ile ilk karşı karşıya gelişiydi.


Darbeciler ilk mason Osmanlı padişahı V. Murad’ı tahta çıkarmayı başardı. Devrim uyuşturucu gibidir, bir kere tadıldı mı bağımlılık yapar, diyenler haklı çıktı. Osmanlı tarihinde darbelerin artık sonu gelmeyecekti. Sultan Abdülaziz’den sonra tahta çıkarılan V. Murad fazla kalamadı. İnce ruhlu hassas bir insandı. Bu trajik olaylar onu derinden sarsmıştı. Özellikle Abdülaziz’in sözde intiharı onu çok üzmüştü. Halk bunu benden bilecek diye kahroluyordu. Yanlış bir tedavi sonucu kafasından alınan fazla kan nedeniyle akli dengesini tamamen kaybetti. Lejyonun planı bir kere daha sekteye uğramıştı, kendi içlerinde mücadeleye başladılar. Sonunda Sultan II. Abdülhamid Han tahta çıktı. Çerkez Hasan Bey’in mezarını yaptırarak “Genç yaşında veliyyü’n-nimeti uğrunda feda-yı can etmiş” olduğunu yazdırdı.

II. Abdülhamid Han nasıl bir kuşatma altında olduğunu çok iyi biliyordu. Saraydaki hemen herkes birilerinin casusuydu. Olup biten her şey anında Fransa ve İngiltere elçiliklerine ulaştırılıyordu. Böyle bir ortamda o tercihini Çerkezlerden yana kullandı. Kafkasya’da direnişin sona erdiği 1860’tan sonra Osmanlı topraklarına göçler iyice artmıştı. Ayşe Osmanoğlu, bir gün II. Abdülhamid Han’ın saraydaki Kafkasyalı kadınları göstererek “Bunlar da Çerkez’dir, bizim validenin soyundan…” dediğini nakleder.

Sultan II. Abdülhamid Han hem annesi, hem de Çerkez Hasan Bey’in kahramanlığı nedeniyle Kafkasyalılara sevgi ve güven duyuyordu. Bu yüzden de ilk istihbarat örgütü olan Yıldız Teşkilatı’na özellikle Kafkas asıllıları aldı. İşin doğrusu başka güvenilecek kimse de yoktu. Daha sonra Teşkilat-ı Mahsusa’ya dönüşecek olan bu örgütün çekirdek kadrosunda hep Kafkasyalılar yer aldı. İlerleyen dönemlerde şartların Franko-Türkler lehine dönmesiyle çatışma derinleşti. Yine bir Kafkasyalı olan Yakup Cemil’in Talat Paşa’nın oyunlarıyla asılması kopma noktası oldu.

Yahudi dönmeleri ile Çerkezler arasındaki çatışmayı ilk defa yüksek sesle dile getiren Ilgaz Zorlu olmuştur. “Ben Selanik Dönmesiyim” adlı kitabında Sabetayistlerin yerleştikleri kurumları bir bir sayan Ilgaz Zorlu, uzun uğraşlar sonucu Yahudi olduğunu Musevi Cemaatine kabul ettirdi. Gerçek Hayat dergisine verdiği röportajda dönmelerin devlet içindeki gücünü anlatırken bir soruya şöyle cevap verdi:
“- Türkiye’deki Sabetayistleri müthiş bir güç odağı olarak sunuyorsunuz. Bu insanların karşısında yer alan bir başka güçlü unsur yok mu?
- Var, mesela Çerkezler var.
- Nasıl yani?
- Devlet yönetiminde görev alan Çerkez kökenli insanlar var.”

İşte bu mücadele Sultan II. Abdülhamid döneminde başlamıştı.

Herhalde tarih kadar talihsiz ikinci bir bilim dalı yoktur, hep kazananların elinde yazıldığı için her dönemde ayrı bir renge bürünür.

Bütün araştırmacılar ve komplo teorisyenleri NATO ve Ergenokon’un derinliklerinde kaybolurken ‘şebeke’ faaliyetine büyük bir huzurla devam eder. Kurucu erk olmakla övünen devletin sahiplerinin gücü gizliliktedir. Eğer bir gün sır perdesi kalkarsa, büyü bozulur ve devlet el değiştirir. İşte bu yüzden gizlilik onlar için hayati öneme sahiptir. Bunu sağlamanın en önemli aracı ise yalandır!

Yakın tarihimizde yalandan başka bir şey bulamazsınız. Karanlık dehlizlerde ruhunu şeytana satarken hizmet sözleşmesini kanı ile imzalayanlar için ‘yalan’ her stratejinin temelidir. Türk ve Müslüman imajı gerçek kimliklerini saklamak için sadece maskedir. Artık bu maskeyi düşürmenin zamanı gelmiştir.


French Connection
Her şey bir Fransız kızın Osmanlı denizcileri tarafından kaçırılmasıyla başladı. Aimée du Buc de Rivéry (Okunuşu: Eme dü Bük dö Riveri) Osmanlı hareminde I. Abdülhamid’in dikkatini çekti. Rivayet odur ki; matmazel Aimée (1768-1817) Napolyon’un eşi Josephine’in kuzeniydi. Bu, her ne kadar kanıtlanamamış bir teori olsa da, Avrupa’da Osmanlı hanedanının Fransız akrabalığı uzun yıllar magazin konusu oldu. Osmanlı tarihinde ilk defa yurt dışına seyahat eden Sultan Abdülaziz’in öncelikle Fransa’yı seçmesi manidardı. Dönemin Fransa basını kendisinden ‘akrabamız’ diye söz etmiş ve ziyaretine özel ilgi göstermiştir.

I. Abdülhamid ile evlenerek Nakşidil Sultan adını alan Aimée’nin padişaha Fransızca öğrettiği söylenir. Daha sonra tahta çıkan ve külliyen bütün reformları Fransa’dan devşiren II. Mahmut’un Aimée tarafından yetiştirildiğini öğrendiğimizde her şey anlam kazanmaya başlıyor. Aimée II. Mahmut’un öz annesi miydi, değil miydi bu da tartışılan bir konu. Ama tartışılmayan bir gerçek varsa, o da Sultan II. Mahmut’un tahta çıkışıyla Aimée’nin Valide Sultan olduğudur.

Şimdi bulmacanın parçalarını birleştirmeye başlayalım; Osmanlı hanedanını günahı kadar sevmeyen Cumhuriyet tarihçileri söz II. Mahmut’a gelince övgüyle söz ederler: Aydın bir padişahtı, ileri görüşlüydü, ilk defa modernleşme sürecine onun döneminde başlandı, çağdaş reformlar yaptı, Avrupai tarzda okullar açtı vs...

Hâlbuki, bütün bunlardan çok daha fazlasını Sultan II. Abdülhamid Han yaptı, terazinin bir kefesine onun reformları, diğer kefesine de bütün Tanzimatçılar koyulsa, Sultan II. Abdülhamid döneminde açılan okullar, sanayi, demiryolu vs. çok daha ağır basar. Resmi tarihçilerin ağzındaki baklayı çıkarmak bize düşüyor.

Gerçek şu ki; 1808’de başlayan Fransızlaşma operasyonu 1876’da Sultan II. Abdülhamid Han’ın tahta çıkışıyla 33 yıllık bir kesintiye uğradı. II. Abdülhamid’in ne kadar despot, acımasız, zalim bir padişah olduğunu ifade etmek için kullandıkları ‘Kızıl Sultan’ tabiri aynen Fransızcadan tercüme edilmişti: Le Sultan Rouge!

Bütün mesele Sultan’ın Almanya ile ittifak kurarak Franko-Türklerin planlarına engel olmasıydı. Şebekenin Sultan Abdülaziz’den sonra ikinci darbe girişimi, 1909’da II. Abdülhamid Han’ı devirmek oldu. Ama bu kolay olmadı. Ne Yahudilerin para teklifi, ne Ermenilerin tehdidi Sultanı yıldıramamıştı, dolaysıyla devletin içeriden yıkılması gerekiyordu.

Fransız usulü Türk milliyetçiliği
Milliyetçiliği ikiye ayırabiliriz; birincisi Selçuk Bey, Alparslan, Fatih ve diğer Türk büyüklerinin temsil ettiği gerçek milliyetçilik. Bu milliyetçilik anlayışında üst, ast kompleksi yoktur. Kardeşlik, eşitlik ve birlik esastır. Bu sebeple yüzyıllar boyunca onlarca milleti aynı sancak altında toplamış, milyonlarca kilometre karelik alana hükmeden imparatorluklar kurmuşlardır. Fethettikleri topraklarda önce halkın gönlünü kazanmış, hiçbir ayrım yapmadan herkesin dinini, dilini özgürce yaşamasını sağlamışlardır. Gerçek Türk milliyetçiliğinde kimseyi ‘Türküm’ demeye zorlamak veya alt/üst kimlik dayatması yoktur.

İkincisi ise Fransız usulü Türk milliyetçiliğidir. Etnik bir grubun üstünlüğü esasına dayanır. Devlete adını veren ana unsur diğer etnik grupları ‘Ben Fransızım veya Türküm’ demeye zorlar. Ulus–devlet modelinin temeli aslında ırkçılıktır. Her ne kadar ırkçı değiliz savunmasına sıkça başvursalar da, genetik anlamda ‘ırk’ olmadığı hatırlatıldığında şiddetle itiraz ederler. Böylece kendilerini ele vermiş olurlar.

Irkçılık zehrinin gurur okşayan bir tadı vardır. Kurucu unsura ait olan etnik grup bu zehirden hoşlanır. O farkında değildir ama kendini üstün görme eğilimi diğer uluslarla çatışma zemini hazırlar.

1 yorum: