14-LOZAN HATIRASI

Lozan’a gidecek olan delegelerin hepsi özenle seçilmişti. Masonlar ve dönmeler Türk Devletini temsil etti. Ama her ihtimale karşı bir de açıktan Yahudi eşlik etti. Hem de Yahudilerin en büyüğü: Hahambaşı Haim Nahum! 

Osmanlı Devleti bu taktiği daha önce de kullanmıştı. Ruslara karşı ağır yenilgi aldığımız 93 harbi sonrasında düzenlenen Berlin görüşmelerine Kara Todori Paşa gönderildi. Hristiyan bir paşanın muhatapları ile daha kolay anlaşma zemini bulacağını uman II. Abdülhamid Han yanılmamıştı. Yine tarih tekerrür etti, bu defa uluslararası politikada etkin olan Yahudilerle anlaşacak birileri gerekliydi. Zaten Mustafa Kemal Paşa mevcut konjonktüre göre hazırlığını uzun zaman önce yapmıştı.

Yunan ordusunu İstanbul'a sokmayan İngiltere ve Fransa, birkaç hafta sonra kente giren Türk birliklerine engel olmadı. Damat Ferit 21 Eylül 1922'de kaçmıştı. 6 Ekim'de Selahaddin Adil Bey komutasında Türk askeri İstanbul'a girdiğinde İngilizlerle herhangi bir çatışma yaşanmadı. Artık Ankara Hükûmeti tek muhataptı, anlaşmanın yakın olduğunu herkes biliyordu, ancak imzalar atılmadan İtilaf Devletleri'nin şehri terketmeye niyeti yoktu. 

Aslında İngilizler kiminle en kolay anlaşacaklarını en başından beri biliyorlardı. Fakat bu silik şahsiyetin biraz parlatılması zorunluydu. Önce birkaç savaş kazanmalıydı. Kahraman kumandanın bu zafer üstüne Lozan’a gidip başarısını taçlandırması gerekiyordu. ‘Başarı’ ve ‘İsmet Paşa’ sözcüklerini aynı cümlede kullanmanın ne kadar zor olduğunun farkındasınızdır. Ancak tarih kitaplarını yazacak olanlar, İsmet İnönü'nün sadece askeri kahraman değil, diplomatik başarısıyla da halkın kurtarıcısı olarak tescillenmesi gerektiğini karara bağlamıştı.

İsmet Paşa, anılarında anlattığına göre Lozan’a gitmeyi istememiş. Ben askerim, bir siyasetçinin gitmesi uygun olur diye birkaç defa söylemiş, ama Mustafa Kemal Paşa çok ısrar edince dayanamamış, kabul etmiş.

Bu arada Kazım Karabekir de durumun farkına varmış olacak ki, kendisi gönüllü olarak adaylıktan çekilip, Lozan’a bir askerin değil siyasetçinin gitmesi gerektiğini söylemiştir. Yani İsmet Paşa’nın gitmesini engellemek amacındadır. Ama Kazım Karabekir’in gayretleri boşa çıktı. İsmet Bey hızlı bir operasyonla önce Dış İşleri Bakanı yapıldı, sonra da Lozan’a gönderildi. Aslında yapılan tek şey, İngilizlerin anlaşma yanlısı kanadı tarafından 1919'da dayatılan kararların onaylanmasıydı. Lozan'da bu anlaşmayı kağıda dökerek imzalamak kalmıştı.

Marian Kent, Lozan Anlaşmasıyla belirlenen sınırlar için şu yorumu yapar: “İroniktir, bu koşullar, neredeyse tam tamına 1919 başlarında Donanma Bakanlığı’nın desteklediği İngiliz Genelkurmayının savunduğu koşullardı.”81

Üstelik Türk heyeti herhangi bir devleti de temsil etmiyordu. Lozan’dan bir ay önce saltanat kaldırılmıştı ama yeni devlet henüz kurulmamıştı. TBMM açısından bu görüşmelerin en önemli tarafı, uluslararası camiada kabul görmekti, aksi halde kurulacak olan cumhuriyeti kimse tanımayacaktı.

Yunanlar plandan habersizdi. İngiltere en başından beri Yunanları sadece bir koz olarak kullandı, ola ki padişah anlaşmayı bozar veya millî mücadeleyi yönetenler pazarlık etme cüreti gösterirse Türklere hadlerini bildirmek için bir taşeron gerekliydi. Yunanistan’ın tek ödülü yenilmelerine rağmen kendilerine bir ceza kesilmemesi oldu. Normalde savaşı kaybeden taraf mutlaka bir bedel öder. Ama bu savaş İngilizlerin sahnelediği tiyatrodan başka bir şey değildi ve her şey onların istediği gibi oldu. Yunanlar her yeri yakıp yıkarak çok büyük maddi hasar vermelerine rağmen Lozan’da herhangi bir tazminat bile talep etmedik, edemedik.

Madde 59:
“…Türkiye, Yunanistan’ın, savaşın uzamasından ve savaş sonuçlarından doğan mali durumunu dikkate alarak, onarımlar karşılığı olarak, Yunan Hükûmetine karşı yöneltebileceği her türlü zararın talebinden kesinlikle vazgeçer.”

Yunanlar kullanıldıklarını çok geç fark ettiler. Onlar İngilizlerin gerçekten de kendilerine Bizans İmparatorluğu’nu diriltme fırsatı sunduğunu zannediyordu. İngilizlerin ise planı son derece basitti; hem Ankara hem İstanbul Hükûmeti tam bir çaresizlik içinde olursa, ancak o zaman bütün koşulları kayıtsız şartsız kabul ederler, İngilizler de tek kurşun atmadan çeker giderdi. Nitekim öyle de oldu. İstedikleri her şeyi alınca sessizce çekip gittiler. Aslında pek de sessiz sayılmaz, Tarabya'da güzel bir parti verip kutlama yaptıktan sonra İstanbul'u terk ettiler. Bugün bile İstanbul’un kurtuluş günü ne bilinir, ne kutlanır…

Artık her şey İsmet Paşa’nın imzasına kalmıştı. Uzun uzun anlatmaya hiç gerek yok, çünkü İnönü'nün bizzat kendisi Lozan görüşmelerinden sonra durumu bir cümleyle özetlemiştir:

“Büyük fedakârlıklar yaptım, her şeyi kabul ettim.”82

Lozan’ı büyük bir başarı hikâyesi gibi destanlaştıran en katı resmi tarih savunucuları bile bir şeylerin oturmadığının farkındadır:

“Hulki Cevizoğlu: Türkiye Lozan’da isteklerini nasıl kabul ettirdi? İşgalci devletler kabul etmiyoruz deseydi savaşacak gücümüz kalmış mıydı? Hani hep denir ya, ‘Savaşta kazanıp, masada kaybediyoruz’ diye. Bu kez tersi olup masa başı manevraları ile mi kazandık?

Bilal Şimşir: İsmet Paşa’dan başkası dayanamazdı bu kadar baskıya. Onun acemi diplomat olması başarı olmuştur belki de...”

Hepimizi gülümseten bu sözlerin sahibi bir komedyen değil. Devletin en ciddi kurumlarından biri olan Dış İşleri Bakanlığından emekli bir büyükelçi, gülünç duruma düşme riskini göze alarak böyle bir açıklama yapıyorsa söylenecek başka söz yok demektir. Bilal Şimşir’e göre diplomaside başarının sırrı acemilikte yatıyor. Demek ki İngilizler Lord Curzon yerine çaylak bir diplomat göndermiş olsaydı bizim İsmet Paşa’yı alt edebilirdi.

Aslında bu ifade bile başlı başına bir itiraftır. Resmi tarih, akıl ve mantıkla alay eder gibi hezimeti ört bas etmeye çabalasa da gerçek bütün çıplaklığıyla ortadadır. Lozan Anlaşması dayatılan bütün koşulların kayıtsız şartsız kabulünden başka bir şey değildi.

Daha da vahimi, Türk heyeti ile Ankara Hükûmeti arasındaki telgraf trafiği de İngilizlerin kontrolündeydi. Teknik istihbaratları sayesinde Türk tarafının bütün telgraflarını elde ediyor, ertesi gün masada ona göre davranıyorlardı. Yani Lord Curzon karşı tarafın aklından geçenleri biliyor önceden hazırlığını yapıyordu.83

Rumbold, Haziran 1923'te gizli servisten gelen bilgileri Lord Curzon'a iletirken şöyle demiştir:

“Malum gizli kaynaklardan edinilen bilgilere dikkat ederseniz İsmet’in kendi hükûmetiyle giderek daha büyük bir müşkülat içine girmekte olduğunu görürsünüz.”

İsmet İnönü İngilizlerle bir an önce anlaşıp imzaları atmaktan yanaydı ama Ankara’nın tavrı daha sert idi. Kısacası iki arada bir derede kalmıştı. İngilizler de durumun farkındaydı, en kolay anlaşacakları adamın İsmet Paşa olduğunu sanki en başından beri biliyorlardı. Zaten Lord Curzon kendisine ‘Hintli bir uyruk’ muamelesinde bulunuyordu. (…Curzon seemed to look upon him as one of his subjects in India)84

Ali Şükrü Bey Olayı
Ankara Hükûmeti’nin tavizsiz tutumu bir ara görüşmeleri çıkmaza soktu. 4 Şubat 1923’de Lozan görüşmelerinin kesilmesine neden olan temel sorun hilafet idi. Türk Heyeti Lozan’a hareket etmeden önce saltanat kaldırılmıştı ama iki hafta sonra, 18 Kasım 1922’de Abdülmecid Efendi Halife ilan edilmişti. İngilizler açısından durum hâlâ can sıkıcıydı, her ne kadar devlet yönetiminde yetkisi olmasa da, tamamen kaldırılmasını istiyorlardı.

Lozan görüşmeleri kesilince apar topar Türkiye’ye dönen Haim Nahum 17 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi sırasında Mustafa Kemal’e durumun ciddiyetini anlattı. İngilizlerin, sembolik bile olsa hilafete tahammülü yoktu. Sonunda istediklerini aldılar. Görüşmeler tekrar başladı, antlaşmalar imzalandı ama İngiltere onaylamadı. Ankara Hükûmeti sözünü tutup 3 Mart 1924’te halifeliği kaldırana kadar beklediler. Hemen birkaç ay sonra, 6 Ağustos 1924’te Lozan Antlaşması’nı resmen onayladılar. Ancak bu süreç kolay olmadı.

Muhalefet lideri Ali Şükrü Bey iktidara çok sert eleştiriler yöneltiyordu. Defalarca kürsüye gelip Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılan zaferin Lozan’da heba edildiğini söyledi. Meclis kâtiplerinden Mahir İz hatıralarında tartışmanın odağında ‘hilafetin kaldırılması’ konusu olduğunu açıkça yazar:

“Hilafetin lağvı lüzumuna dair olan teklifin müzakeresine gizli celsede başlanmıştı. Çok hararetli müzakereler oldu, gece yarısına kadar devam etti. Teklif eden tarafın sözcüsü İstiklal Mahkemesi reisi İhsan Bey idi. Buna muhalif olan karşı tarafın da kendiliğinden meydana çıkan sözcüsü Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’di. Artık vakit çok geç olmuş, herkes de yorulmuştu. Fakat Ali Şükrü Bey ayakta hatibi dinliyordu. O sırada yine kürsüye yaklaşarak konuşan hatibe cevap vermek üzere söz istedi ve kürsüye yaklaşmaya başladı. O anda kürsüye yakın ilk sırada ortada Rauf Bey oturuyordu. Hamidiye kahramanı Rauf Bey herkesin istisnasız hürmet ve muhabbetini kazanmıştı. O’nun kesin ve keskin sözleri hiçbir zaman redde uğramamıştı. Önüne doğru gelen Ali Şükrü Bey’i belinden tutarak:

‘Şükrü, yeter, yeter! Şükrü, artık söz alma!’ deyince, Ali Şükrü Bey birdenbire Rauf Bey’e dönerek:

‘Rauf! Ben bu işin fedaisiyim, anladın mı?’ dedi ve kürsüye çıktı.

O sırada ben, zabıt müdürü Zeki Bey’e ‘Ali Şükrü Bey, bu gece idam fetvasını eliyle imza etti’ dedim. Nitekim o sözüm de çıktı. Ali Şükrü Bey’in iddiası şuydu: Bütün dünyadaki İslam âlemi tekmil ruhuyla, vicdaniyle makam-ı hilafete bağlıydı. Bu kuvveti ihmal etmek âdeta bir hıyanet-i vataniyye idi. İngilizlerin de yıpratmak istedikleri bu kuvvet idi. Bu parçalanınca kavmiyyet üzerine kurulan milliyet mefhumu, dinleri müşterek milletler üzerinde yavaş yavaş tesirini gösterecek ve istenen parçalanma hasıl olacaktı.”85

Resmi tarihçilerin Lozan ve hilafet arasında ilişki kurulmasına şiddetle karşı çıkması doğaldır. TBMM’nin bu kararı İngilizlerin isteği doğrultusunda aldığını halkın bilmesi kabul edilemezdi. Bu yüzden konu ‘gizli’ celselerde ele alındı. Topluma verilmesi gereken imaj, bir zafer kazanıldığı ve bu askeri başarının Lozan’da siyasi bir başarıyla tescillendiği şeklinde olmalıydı. Aksi halde, İngiliz ve Fransızların isteklerini kayıtsız şartsız kabullenmekten başka seçeneği olmayan ‘aciz’ bir devlet görüntüsü ortaya çıkacaktı. Henüz cumhuriyet ilan edilmemişti, ortada devlet bile yoktu ve böyle bir durumda Lozan heyetinin pazarlık şansı da yoktu. Ama bu gerçeği kabullenmek istemeyen Ali Şükrü Bey gibi idealistler vardı.

Daha aklı selim davranan birileri mutlaka Ali Şükrü Bey’e çaresiz oluşumuzu anlatmıştı. İstanbul hâlâ işgal altındaydı ve Ankara Hükûmeti’nin İngilizleri İstanbul’dan çıkaracak gücü yoktu. Üstelik herkes biliyordu ki, Eskişehir-Kütahya savaşlarında ordumuzu ağır yenilgiye uğratan Yunan birliklerinin başında İngilizler vardı, savaş biraz daha devam etseydi Ankara’ya gireceklerdi. Meclisin Kayseri’ye taşınması düşünüldüğü o günlerde iki seçenek vardı; ya bütün koşullar hiç itirazsız kabul edilecek veya Yunanlara sadece Anadolu değil, İstanbul kapıları da açılacaktı.

Ayasofya’ya haç dikmek için sabırsızlanan Yunanların gayretkeşliği karşısında mecburen birinci seçenek kabul edildi. Her ne kadar Meclis bu acı gerçeği bilse de halkın her şeyi bilmesi gerekmiyordu. Fakat bu küçük sırrı tutamayacak birilerinin olduğu da aşikârdı. 

İngilizler de durumun farkındaydı ama kendilerine verilen teminatı yerine getirmek sonuçta TBMM’nin göreviydi. Ayrık otları bir şekilde temizlenmeliydi. Ali Şükrü Bey hararetli konuşmalarını o kadar çok tekrarladı ki, sadece Rauf Orbay değil Mustafa Kemal Paşa da çok sinirlendi. Ortam iyice gerilmişti.

TBMM Başkan Vekili Ali Fuat Paşa o günü şöyle anlatır:

“Mustafa Kemal Paşa Meclis’te konuşurken hava oldukça gergindi. O konuşuyor, sözü kesiliyor, o cevaplıyordu. Paşa sözlerini tamamladıktan sonra, Ali Şükrü Bey’in ‘Ben de söyleyeceğim’ demesi üzerine Gazi Paşa hiddetli bir tavırla ‘Bir haftadır söylüyorsunuz, memleketi zarardide ediyorsunuz, maksadınız nedir?’ dedi ve kürsüden inerek elleri cebinde olduğu halde asabî bir şekilde Ali Şükrü Bey’in üzerine yürüdü. Bu arada herkes Meclis’in ortasında birbirine bağırmakta olan mebusların etrafında toplanmıştı. Ali Şükrü Bey ‘kimseyi ithama hakkınız yoktur’ diye bağırıyor ve Sinop Mebusu Hakkı Hami Bey de ‘Meclis’te emniyet yok mudur?’ feryadını basıyordu.”

Söylentiye göre tartışmanın alevlendiği o anlarda her ikisinin de elleri silahlarındaydı. Bu olaydan üç hafta sonra Ali Şükrü Bey’in birden kaybolması üzerine Sinop mebusu Hakkı Hami Bey kürsüye çıktı;

“Efendiler! Eğer Ali Şükrü Bey’e hürriyet-i efkârından (özgür düşüncelerinden) dolayı bir tecâvüz vuku bulmuşsa, ben bütün cihan huzurunda o gibi kirli ele derim ki, Ali Şükrü Bey gibi bu memlekette memleketin hürriyeti için feryad edecek daha birçok beyler vardır. Efendiler! Hiçbir zaman milletin fikr-i hürriyeti ve kanaatı silahla öldürülemez. Tehdid ile söndürülemez.”

Birkaç gün sonra Şükrü Bey’in cesedi Çankaya’da bulundu. İple boğularak öldürülmüştü. Cinayeti Giresunlu Topal Osman Ağa’nın işlediği belirlenmesine rağmen üç hafta önceki tartışmadan dolayı şüpheler Mustafa Kemal Paşa üzerinde yoğunlaştı. Oysa Mustafa Kemal’in böyle bir suikast emri vermesinin mantıklı bir tarafı yoktu, çünkü suçlanacak ilk kişi kendisiydi.

Bu tuzağı kuran her kimse ustalıkla planlamıştı. Osman Ağa yakalanacağını anlayınca köşkü bastı, Mustafa Kemal ölümden son anda kurtuldu. Senaryo iyi hazırlanmıştı. Atatürk ölseydi herkes olayı şu şekilde bilecekti: Mustafa Kemal Paşa ve Ali Şükrü Bey TBMM’de herkesin gözü önünde kavga etti. Daha sonra Mustafa Kemal düşmanını Osman Ağa’ya öldürttü. Osman Ağa yakalanacağını anlayınca kendisine emir veren Mustafa Kemal’i öldürerek intikam aldı. Daha sonra Osman Ağa da öldürülünce dava bu şekilde kapatılacak, herkes Ali Şükrü Bey’i öldürtenin Mustafa Kemal olduğuna inanacaktı.

Planda ters giden tek şey Mustafa Kemal’in ölümden kıl payı kurtulmasıydı. Osman Ağa ile çatışmaya giren askerlere kesin öldürme emri verildiği anlaşılıyor. Sağ ele geçirip ifadesini alma yönünde bir çaba sarf etmediler. Osman Ağa’nın her durumda ölmesi gerekiyordu ki, Mustafa Kemal ölümden kurtulsa bile en azından şüpheler onun üzerinde kalsın.

Nitekim öyle de oldu. Ancak bir şey kanıtlanamadı...

Bu olayın ardından birinci Meclis dağıtıldı, titizlikle belirlenen isimlerden oluşan İkinci Meclis kuruldu ve Lozan Antlaşması ikinci Meclis tarafından onaylandı. Hilafet meselesi bir daha tartışılmadığı gibi, tarih kitaplarında böyle bir tartışma olduğundan hiç bahsedilmedi.

Aslında Lozan’da kaybetme veya kazanma yoktu, sadece önümüze konulan antlaşmanın imzalanması vardı. İsmet Paşa olmasaydı imzalayacak bir başkası mutlaka bulunacaktı. Bu yüzden bütün sorumluluğu şahıslara yükleyerek birilerini ‘kahramanlaştırma’ veya ‘hainleştirme’ kolaycılığına kaçamayız.

İtiraf etmek kolay olmasa da, son derece çaresizdik ve her koşulu kabul etmekten başka bir seçeneğimiz yoktu, velev ki bu din değiştirme bile olsa!

Karabekir’in İsyanı
Merhum Aytunç Altındal Nisan 1994 tarihli mecmuasında şöyle yazmıştır: “1923’te Lozan’da alınan kararlardan biri de şuydu: Türkiye’ye 50 yıl müsaade edelim, bu dönem içinde Hristiyanlaşabilirse Hristiyanlaşsın, Hristiyanlaşamazsa o zaman işlerini bitiririz.”

Bu tür bir kararın resmi kayıtlara geçmesi elbette beklenemez. Ancak, Aytunç Altındal’ı haklı çıkarır türden ifadeler Kazım Karabekir Paşa’nın hatıralarında da vardır. Kazım Karabekir 1923’te Meclis'te yaşanan olayı şöyle anlatıyor:

“Tevfik Rüştü (Aras) Bey konuşuyordu:
‘Ben kanaatimi millet kürsüsünden de haykırırım. Kimseden korkmam. Teşkilatı Esasiyemizde dinimiz apaçık yazılmalıdır.’ diyordu. Ben söz aldım ve sordum:

‘Teşkilâtı Esasiyede dinimizin İslâm olduğu yazılıdır. Tevfik Rüştü bey, hangi kanaati haykıracaksın? Teşkilatı Esasiyeye hangi dini yazdıracaksın? Hristiyanlığı mı?

Mahmut Esat (Bozkurt) Bey söz aldı ve sertçe cevap verdi:

‘Evet Hristiyanlığı… Çünkü İslamlık terakkiye (ilerlemeye) manidir. Bu dinle yürünmez mahvoluruz. Ve bize kimse de ehemmiyeti vermez.’

Ben söz alarak dedim ki:

‘İslamlığın terakkiye mani olduğu Avrupalıların uydurmasıdır. Bu meseleyi istediğiniz kadar münakaşa edebiliriz. Fakat münakaşaya tahammülü olmayan bir mesele varsa, din değiştirme gayretidir. Netice, İslam kalırsak mahvolmayız, fakat din değiştirme oyunuyla bizi, kolay mahvedebilirler.’

Fethi (Okyar) Bey söz alarak bana gayet sert, katı cevap verdi:

‘Evet Karabekir… Türkler İslamlığı kabul ettiklerinden böyle kaldılar. Ve İslam kaldıkça da bu halde kalmaya mahkûmdurlar. Bunun için İslam kalmayacağız.’ dedi.

Ben de aynı sertlikle şu cevabı verdim:

‘Fethi Bey bu yabancı fikri şiddetle reddederim. Ben iddia ediyorum ki Türk milleti ne Hristiyan olur, ne de dinsiz kalır. Hakikat budur. Bir milletin asırlardan beri, en mukaddes duygularını bir hamlede atabileceğine inanışınız objektif bir görüş değil, hayalinizdir. Böyle bir harekete cüret, memlekette kanlı bir istibdat ile başlar ve İstiklal Harbinin birliğini de birbirine katar. Nasıl bitebileceğini de söyleyebilirim. Düşmanlarından kanı pahasına istiklalini kurtaran Türk milleti, hürriyetini kendi evlatlarına boğdurmayacak. Buna cüret edeceklerin de hakkından gelecektir Fethi Bey.’

Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben sözlerime şöyle devam ettim:

‘Paşam, maddi cephemiz zaten zayıftır, güvenebileceğimiz manevi cephemizi de düşmanlarımızın yaldızlı propagandasına kurban edersek, dayanabileceğimiz ne kalır? Bizi silah kuvvetiyle parçalayamayan düşmanlarımız, görüyorum ki bizi fikir kuvvetiyle mahvedecekler. Buna müsaade edecek misiniz? Siz ki millete karşı, bizi bu hale getiren belanın istibdat olduğunu, zaferden sonra milletin tamamiyle iradesine sahip olarak yürüyeceğini millet kürsüsünden dahi defalarca haykırdınız. Millet Meclisini tekbirler, selatlar arasında açtınız. İslamlığın en yüksek bir din olduğunu hutbelerle ilan ettiniz. Hepimiz aynı iman ve kanaatla aynı yolda yürüdük. Şimdi ne yüzle ve ne hakla bir kanlı maceraya atılacağız.’

Mustafa Kemal Paşa sözümü burada keserek ‘Müzakereler çok hararetlendi, burada kesiyorum.’ dedi.”

Hristiyanlaşma konusunun doğruluğunu, Mahmud Esad Bozkurt’un kitabı da teyit etmektedir:

“Hiç unutmam, İkinci Teşkilatı Esasiye (anayasa) projesi vekillerden ve milletvekillerinden kurulu özel bir kurum tarafından Atatürk’ün başkanlığında Ankara istasyonundaki Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü binasında konuşulurken, dinle ilgili maddelerin projeden çıkarılmasını ben teklif etmiştim. General Karabekir, fikirlerime asabiyetle hücum etti.”86

Kazım Karabekir’in hatıralarından anladığımız kadarıyla bu tartışmalar olurken Mustafa Kemal genellikle tarafsız bir hakem gibi davranır, herkesi dinler. Ama son kararın kendisine ait olmadığının da bilincindedir. Sonuçta kabul edilmiş bazı koşullar vardı ve bu koşulları uygulamaya gönüllü bir ekip tarafından kuşatıldığının farkındaydı.

Yakın tarihi yorumlayan hemen herkesin yaptığı yanlış Mustafa Kemal’i mutlak iktidar olarak algılamaktır. Şevket Süreyya Aydemir’in meşhur ‘Tek Adam’ kitabının adı belki de ‘Yalnız Adam’ olmalıydı. Tek adam imajı o kadar fazla tekrarlandı ki, sonunda herkes her şeyi Mustafa Kemal yaptı, onun bilgisi, izni olmadan hiçbir şey olmazdı yanılgısına düştü.

Kim bilir, belki de Franko-Devlet böyle olmasını istedi...

Ancak, itaatinden emin olacakları ikinci bir adam daha gerekliydi, işi garantiye almak zorundaydılar. Zaten Lozan kararlarını uygulama iki kişinin değil, bir ekibin işiydi ve bu kadro uzun zaman önce hazırlanmıştı.

Halifenin güvenilir adamları bu şebekenin arasına sızmakla kalmadı, önemli pozisyonlar elde etmeyi de başardılar. Özellikle Mustafa Kemal’in liderliği çok önemliydi. Ne pahasına olursa olsun konumunu koruması gerekiyordu. Bu yüzden de tartışmalarda ya tarafsız kaldı ya da Franko-Türklerin yanında göründü.

Kazım Karabekir veya bir başkasının bu gizli misyondan haberdar olması beklenemezdi. O, kızgınlıkla Atatürk’ün de bu dinsiz şebekenin adamı olduğuna hükmetmiş, bu yüzden de bazı öngörülerinde hatalar yapmıştı. Örneğin, Atatürk’ün Kur’an-ı Kerim’i din düşmanlarına tercüme ettirerek halkın gözünde değersizleştireceğini iddia etti. Ancak beklediğinin tam aksine Atatürk bu işi Elmalılı Hamdi Yazır gibi o dönemin en güvenilir âlimine verdi. Mustafa Kemal ince manevralarla sadece Kazım Karabekir’i değil, Franko-Devleti de pek çok defa ters köşeye yatırdı.

Kazım Karabekir’e göre, İslam karşıtı faaliyetlerin odağında Lozan görüşmeleri vardı:

“16 Ağustos’ta İsmet Paşa ile görüştüm. 18 Temmuz’da teşkilat-ı esasiyye münasebetiyle Fethi Bey ve arkadaşlarıyla yaptığımız ‘İslamlık terakkiye manidir’ münakaşasını ve Gazi’nin yakın zamanlara kadar her yerde İslam dinini Kur’anı ve Hilafeti medh ve sena ettiğini ve hatta pek fazla olarak Balıkesir’de minbere çıkıp aynı esaslarda hutbe dahi okuduğu halde, dün gece heyet-i ilmiye karşısında Peygamberimiz ve Kur’anımız hakkında hatır ve hayale gelmeyecek biçimde konuştuğunu anlattım ve bu tehlikeli havanın Lozan’dan yeni geldiği hakkındaki kanaatin umumi olduğunu da söyledim.”87

Kazım Karabekir Lozan sonrasında İsmet İnönü’nün şöyle dediğini anlatır:

“Türk milleti Müslüman olarak kalmaya devam ettiği müddetçe güvende olamayacaktır. İngiltere ve batının dostluğunu samimi olarak kazanamayacaktır. Bulgarları kendimize örnek alalım.”88

19 Ağustos 1923’te Mustafa Kemal, Latife Hanım ve İsmet İnönü, Kazım Karabekir’in Keçiören semtinde kiraladığı Kubbeli Köşk’e yemeğe gelir. Yemekte Karabekir ile İnönü arasında din yüzünden tartışma çıkar. İsmet İnönü bütün hocaları toptan yok etmekten, İslamiyet’in terakkiye mani olduğundan bahseder. Bunun üzerine Kazım Karabekir ona ‘Peki ama ne olmak istiyorsunuz, Hristiyan mı, dinsiz mi?’ gibi sorular yöneltmiş ve bunların mahzurları ve imkânsızlığı üzerinde durmuştur. Atatürk ise tartışmaya katılmaksızın onları sükûnetle dinlemiştir.89

Kazım Karabekir daha sonra Atatürk’ün tutumuyla ilgili şu çıkarımda bulundu;

“Kemal Paşa’nın büyük bir dikkat ve sükûnetle beni dinleyişinden ve ara sıra da İsmet Paşayı süzmesinden ve ayrılırken de bana karşı gösterdiği samimiyetten çıkardığım mânâ beni haklı bulduğu idi.”90

Lozan Anlaşmasından memnun olmayan sadece Karabekir Paşa değildi. İngiltere Avam Kamarasında muhalifler Lord Curzon’a ‘Türklerin istiklalini neden tanıdın’ diye suçlayıcı ifadeler kullandılar. Lord Curzon şöyle cevap verdi:

“Siz yanılıyorsunuz. Asıl bundan sonra Türkiye artık ölmüştür ve tekrar dirilemeyecektir, çünkü onların manevi gücünü oluşturan Hilafeti ve İslamı kaldırdık. Bir daha eski güçlü günlerine kesinlikle kavuşamayacaklardır. Zira biz onları Lozan Anlaşması ile ruhen öldürdük. Türkler İslâm’dan uzaklaştırılacaklar.”91

Nitekim yıllar sonra Siyasal Bilgiler dergisinde yayınlanan bir yazısında İnönü “Avrupalılar kendilerine verdiğimiz sözü tutamayacağımızı zannettiler.” diyerek Lord Curzon’un beyanını doğrulamıştır.92

Demek ki İngilizler her ne kadar “İslam’ı bırakma” sözü almış olsalar da, Franko-Devlet’in bunu başaracağına pek ihtimal vermemişlerdi. Ama en azından hilafetin kaldırılıp, İslam birliğini akla getirecek her türlü manevi bağın imhası hususunda umduklarını elde ettiler. İsmet İnönü’de verdiği sözde durmanın haklı(!) gururunu dile getirmişti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder