23-DİYANET'in İŞLERİ

Dikkatlerden kaçan önemli bir ayrıntıdır; Hilafetin kaldırıldığı gün, 3 Mart 1924'te Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Bir gün önce veya sonra değil, hemen o gün; sanki halifelik makamının boşluğunu doldurmak ister gibi...

Oysa "laik" bir ülkede Diyanet İşleri gibi bir devlet kurumunun olması mümkün değildir. Ne laikliğin mucidi Fransa, ne de başka bir seküler ülkede böyle bir tezat yoktur. Bir devlet hem "cumhuriyet" hem de "krallık" olamaz. Su ve ateş gibi, ikisi bir arada bulunamaz, teknik olarak mümkün değildir.

Öyleyse Atatürk neden Fransa modeline göre kurulan devletin en temel prensibini daha en başından çiğnedi?! Bilmemesi ihtimal dışı olduğuna göre, demek ki hiçbir zaman Türkiye Cumhuriyeti'nin laik bir devlet olmasını istemedi. Aslında Atatürk, sadece laiklik değil, Fransa patentli "milliyetçilik" ilkesini de bambaşka bir şekle dönüştürdü.

Ulus-Devlet modelini icat eden Fransa'nın milliyetçilik anlayışı "ırkçılık" temeline dayanır. Hakim olan etnik unsur diğerlerini ezerek "Ben Fransızım" demeye zorlar. Atatürk ise "Ne mutlu Türk'üm diyene" şeklinde yorumlayarak bunu herkesin kişisel insiyatifine bıraktı. Ne gariptir ki, Gazi Mustafa Kemal'in etnik ayrımcılığı önlemek amacıyla söylediği bu veciz sözü bile, İttihat ve Terakki'nin günümüzdeki kalıntıları tarafından ırkçılık sloganı haline getirilmiştir.

Oysa Atatürk hayatı boyunca hep ırkçılığı esas alan "Turancı" akımla mücadele etti. 1920’lere kadar hızla yayılan Turancılık fikri, Sovyetler Birliği ile diplomatik yakınlaşma nedeniyle sert bir viraja girdi. Önce Ziya Gökalp çark etti, Turancılığı ‘uzak mefkûre’ olarak adlandırdı, iki ay sonra Atatürk tarafından milletvekili adaylığı ile ödüllendirildi. Akabinde Mehmet Emin Yurdakul şiirlerindeki ‘Turan’ sözcüğünü ‘Vatan’ ile değiştirdi. Daha sonra Halide Edip, Yusuf Akçura ve daha pek çok milliyetçi Turancılıktan vaz geçtiklerini ilan ettiler. 1931’de Türk Ocakları Atatürk’ün emriyle kapatıldı. 1932’de üniversiteden uzaklaştırılan Zeki Velidi Togan Almanya’ya gitmek zorunda kaldı. 1934’te Nihal Atsız’ın Orhun dergisi kapatıldı. Buhara-Özbek devletinin cumhurbaşkanıyken Sovyet işgalinden kaçıp Türkiye’ye sığınan Osman Hoca Şubat 1938’de, yani Atatürk hayatta ve görevi başındayken sınır dışı edildi.

Benzer şekilde Atatürk'ün laiklik anlayışı da Fransa'nın dinsizliğinden çok farklıydı. 29 Ekim 1923’te Fransız muhabir Maurice Pernot’nun sorusuna Gazi şöyle cevap vermiştir:

“Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinimize bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor. Hâlbuki, Türkiye’ye istiklalini veren bir Asya milletinin içinde daha karışık, sun’i (yapay) batıl inançtan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince tenevvür edeceklerdir (aydınlanacaktır). Onlar ziyaya (ışığa) takarrüp edemezlerse (yaklaşmazlarsa) kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.”127
 

Demek ki, Atatürk en başından beri dini sosyal yaşamın önemli bir unsuru olarak görüyor, bu hassas konuyu devlet eliyle yönetmeyi planlıyordu.

Türkiye laiktir, laik kalacak!
Yarım asırdan fazla bir süredir duyduğumuz en gülünç slogandır. Ne zaman laik oldu ki öyle kalsın, diye sorma gereği bile duymadan belirtmeliyiz ki; Bırakın dini, Türkiye Cumhuriyeti’nin mezhebi bile vardır!

Hristiyan, Musevi, Şii, Alevi, Şafii hiçbir din ve mezhep devlet bütçesinden tek kuruş alamazken, Sünni-Hanefi mezhebinin temsilcisi konumunda olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hem dolgun bir kasası, hem de protokolde sağlam bir yeri vardır.

Bu eleştiri Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığına karşı olmak değildir. Ancak, İslam dininin en temel pensiplerinden biri ‘kul hakkı’ bu kurumun işleyiş tarzını sorgulamayı zorunlu kılıyor. Hristiyanlar ve Musevilerden alınan vergiler devlet hazinesine giriyor, sonra da Maliye Bakanlığı o paradan sadece İslam için bütçe ayırıyorsa, o parayla caminin elektriği, suyu, imamın maaşı ödeniyorsa, Müslümanlar başka din mensuplarının parasını kendileri için kullanıyor demektir.

Şimdi, vaazlarında kul hakkından bahseden, Hz. Ömer’in adaletini anlatan değerli imamlara, müftülere mütevazı bir soru yöneltelim; rızaları olmadan parasını kullandığımız Hristiyanlar eğer haklarını helal etmezlerse kıldığımız namazlar kabul olur mu? Cenaze namazını kıldıran imamın maaşında Musevinin hakkı varken, o Müslüman ahirete kul hakkıyla gitmez mi? İmam-hatip lisesi öğretmenlerinin aldıkları maaşta ateistin de payının olduğunun farkında mısınız?

Müftüler, imamlar darılmasın ama, bunun hesabını bu dünyada birileri sormasa bile, ahirette mutlaka sorulacağını en iyi kendileri bilir. Allah’ın adaletinin tek bir kuruşu atlamayacağını bile bile, nasıl oluyor da başka inanca mensup insanların hakkını böyle rahat gasbediyoruz?

Başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere bütün Müslümanlara bir hadis-i şerifi hatırlatalım:

“Nihayet, ben de bir insanım. Aranızdan bazı kimselerin hakları bana geçmiş olabilir. Ben kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım, gelsin, vursun. Kimin malından bilmeyerek almışsam, işte malım, gelsin alsın...

İyi biliniz ki, benim katımda sizin en sevgili olanınız, varsa hakkını benden alan veya hakkını bana helâl eden kişidir ki, Rabbime onun sayesinde helâlleşmiş olarak, gönül hoşluğu ve rahatlığı ile kavuşacağım...

Ey insanlar, her kimin üzerinde bir hak varsa, dünyada rezil olmaktan korkmayıp onu ödesin. Çünkü ahirette rezil rüsvâ olmak yanında, dünyada rüsvâ olmanın hiçbir ehemmiyeti yoktur!”130


Rezil olmaktan korkmayıp bu yanlış düzeltilmelidir. Yalanın en kötüsü insanın kendisine söylediği yalandır. Başkasını kandırmaktan daha kötüsü insanın kendisini kandırmasıdır. Unutmayalım ki, Peygamberimiz (s.a.v) kul hakkı yemiş kişilerin cenaze namazını kılmamıştır.131

Müslümanlar şimdi bir yol bulup helalleşmek zorundadır. Bugüne kadar devlet bütçesinden camilerin masrafları, imamların maaşı nasıl ödendiyse, din, mezhep ayrımı yapmadan, bütün herkese aynı haklar verilmelidir ki Müslümanlar ahirete kul hakkından arınmış olarak gitsin...

Herhangi bir dine inanmayanlara da adil davranılmalıdır. Onları temsilen bir kurum olmadığına göre tek tek her bireyin hakkı nasıl ödenir bilinmez, ama isteyince her zaman bir yol bulunur.

“Allah size, sizinle din hususunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmenizi ve kendilerine adaletli davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adalet gösterenleri sever.”132


Müslümanlar inancında samimiyse, ahirete ve hesap gününe iman etmişse başka bir seçenek yoktur. Ya Peygamberin yolundan gider herkese hakkını iade ederler, veya...

“Siz nasıl olursanız yöneticileriniz de öyle olurlar.” (Müsned, 3/305)

Ali (r.a) der ki: “Biz Ömer’in dilinden ne çıktıysa, onun hakikat olduğunu gördük.”

Ve o Ömer (r.a) çalışırken yanına gelen kişinin selamını almadan önce devletin mumunu söndürüyor, kendi parasından aldığı mumu yaktıktan sonra misafirin selamını alıyordu. Bir kelimelik zaman için dahi devletin malını kullanmayan Halife’nin cemaati de lideri gibi dürüst idi.

Artık tercih Müslümanların, nasıl yönetilmek istiyorlarsa öyle olsunlar!

3 Mart 1924’te Diyanet İşleri Başkanlığı kul hakkı yemek için kurulmadı. O gün hilafet kaldırılmıştı. Mustafa Kemal Paşa İngilizlerin istediklerini almadan Lozan Antlaşmasını onaylamayacaklarını biliyordu. Onlara bir şeyler verirken her defasında oyunlarını da bozdu. Hilafet makamının ilgasıyla oluşacak kaosun farkındaydı. Bu otorite boşluğunda Fransa benzeri dinsiz bir devlet yaratılmasını engellemek için yeni bir makam oluşturulması zorunluydu. Her ne kadar laiklik ilkesine ters olsa da bunu yapmaktan başka seçenek yoktu.

Atatürk, yüzyıllardır kökleşmiş olan pek çok dini yapılanmanın yeni otoriteye hemen tabi olmayacağını da çok iyi biliyordu. Zaman zaman Halife’nin bile kontrol etmekte zorlandığı tekke ve zaviyeleri 1925’te kapatırken, bir taraftan galip devletlere Lozan’da verilen taahhütlerin yerine getirildiği imajı sağlamlaştırıldı, diğer taraftan da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın otoritesi önündeki engeller kaldırılmış oldu. Mustafa Kemal bir kere daha kaybı kazanca dönüştürmeyi başardı. Ama dışarıdan bakıldığında "Laik Fransa" modeli uygulandığı görüntüsü verildi.

Benzer durum milliyetçilik için de söz konusudur. 1789 devriminden sonra Fransa’da ortaya çıkan ırkçılık virüsü bütün dünya devletlerine bulaştığı gibi Türkiye'nin de başına dert olmuştu. Aslında İngilizler hariç herkesin başına bela oldu demek daha doğru olur. 1900'lerin başında üç temel model oluştu:

1. Fransızların bizzat kendilerinin uyguladıkları ulus-devlet modeli;
Bu modele göre Fransa’da yaşayan herkes Fransız’dır. Etnik kökeni Afrika, İtalyan, Türk, Bask fark etmez, Fransa vatandaşı ise Fransız kabul edilir. Bu arada bir dilbilgisi ayrıntısını bilmekte yarar var. Türkçenin zenginliğinden dolayı üç farklı sözcük ile ifade ettiğimiz ‘Fransalı, Fransız ve Fransızca’nın karşılığı tek kelimedir: Français (okunuşu: franse)

Bir vatandaş ‘Je suis français’ dediğinde bu iki şekilde tercüme edilebilir: ‘Ben Fransızım’ veya ‘Ben Fransalıyım’

2. İngiliz modeli;
İngiltere’nin milliyetçilik sorunları Fransa’dan daha derindir. Ama kendilerini bir konuda takdir etmeliyiz. İngilizler gelecekte çıkacak sorunları çok iyi analiz etme ve önceden tedbir alma yeteneğine sahip bir milletir. Bu yeteneklerini insanlığın yararına pek kullanmasalar da, kendi çıkarlarını korumayı hep başarmışlardır.

Tanıyanlar bilir, bir İskoç veya İrlandalıya hayatta ‘I am English’ dedirtemezsiniz. ‘İngiltereliyim’ anlamında bile demezler. Bunu bilen İngilizler soruna imparatorluk mantığıyla çözüm ürettiler. Devletin adını "United Kingdom of Great Britain" yapınca bütün etnik grupların kabul edeceği ortak bir payda oluştu.

Bugün herkes rahatlıkla ‘I am British (Ben Britanyalıyım)’ diyor, çünkü Britanya adanın adı. Etnik değil, coğrafi bir isim. Böylece kraliyet çatısı altında bütün ulusları birleştirmiş oldular. Amerika için de durum aynıdır. Kıta adı ile devlet adı aynı olunca farklı etnik gruplar ‘ben Amerikalıyım’ demekte bir sakınca görmüyor.

3. Alman modeli;
20. yüzyıl başlarında Alman milliyetçiliği son derece anlaşılır ve basitti; Annen, baban Alman ise sen de Alman olursun. Yani Fransızların yaptığı gibi, ben Fransızım demekle bu iş olmaz dediler. Daha sonra çok eleştirilse de aslında Almanların yaklaşımı dürüstçe idi.

Etnik kimlik anne-babadan gelen bir özelliktir. Fransa’da doğmuş olabilir, ama eğer Japon atalarının genlerini taşıyorsa, kimlikte Fransız yazsa bile, aynaya baktığında çekik gözler onu yalanlayacaktır. Fransız, Alman, İngiliz, Rus vs. doğulur, sonradan olunmaz veya karar vererek değiştirilemez. Dolaysıyla Fransa vatandaşı olmakla Fransız olmak ayrı şeylerdir.

Eğer birkaç nesil sonra yeni toplum içinde asimile olur, atalarının dilini ve kültürünü tamamen unutursa bu kişiye Almanlaşmış bir İtalyan, veya Fransızlaşmış bir Japon denebilir.

Türkiye bu üç modelden Fransa’yı örnek aldı, veya mecbur bırakıldı. İngilizler kendilerini güvene aldıklarından olsa gerek, etnik milliyetçilik modasını yaymak için her desteği verdiler. Sultan II. Abdülhamid zamanında bir ara kesintiye uğrasa da, İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesiyle ırkçılık zirveye çıktı. Gerisini hepimiz biliyoruz. Maksat hâsıl olup İmparatorluk parçalanınca İngilizler yeni kurulacak devlete Fransız modelini dayattılar. Ancak Gazi Mustafa Kemal, Fransa patentli milliyetçilik ve laikliği bambaşka bir yorumla ele alarak zararı en aza indirmeyi başardı. Elbette İngilizlerin umduğu bu değildi, ama onlar azına da razıydı. Büyük Britanya krallığı gayet iyi biliyordu ki Fransa modelini uygulayan devlet asla iflah olmaz!

Gerçi Fransızların kendileri de icat ettikleri çok partili, bol kavgalı rejimden bir hayır görmediler. Dört cumhuriyet modeli denedikten sonra sistem tıkanınca Charles de Gaulle'ün şartlarını kabul etmek zorunda kaldılar. Nihayet 1958'de beşinci cumhuriyet modeline geçerek paçayı zor kurtardılar.

Atatürk, tıpkı laiklik ve milliyetçilik gibi, Fransa'dan zorunlu ithal edilen cumhuriyet modelini de uygun şekilde revize etti, particilik illetine izin vermedi. Ancak Gazi'nin vefatıyla her şey en başa döndü. Lanetli çete sonunda amacına ulaştı; İslam düşmanı, ırkçı çok partili sistem nihayet kuruldu. Bu rejimde elbette din ve milliyetçilik duygularını sömüren partiler olmalıydı. Geçimini Atatürkçülük istismarından sağlayan temel bir parti "olmazsa olmaz" koşuldu. Özetle; yarım asırdan fazla bir süredir dindarlığı, milliyetçiliği, Atatürkçülüğü, kısacası herşeyi sahte olan bir demokrasi tiyatrosu sahnelenmektedir. İllüzyonistin büyüsü kuvvetlidir, "sen oy vermezsen rakibin kazanır" fobisi herkesi tıpış tıpış sandığa götürdükçe, bu tiyatroda son perde asla inmez...


Sahte Kemalistler Atatürk'ün bütün planları sabote etmekle kalmadı, kendi rezilliklerini de Ata'ya mal ettiler. Goebbels'in meşhur sözüdür; "yalan ne kadar büyük olursa inanan o kadar çok olur." İngiliz illüzyonunun tüm mahareti de bu noktada yatar: Yalanı olabildiğince büyük söylemek! 

İşte ozaman insanlar kendilerine Atatürk'ün el yazısı diye sunulan belgelerin gerçekliğini sorgulama cesareti bulamaz, çünkü kimse bu kadar büyük sahtekârlığa ihtimal vermez. Şeytanın bile aklına gelmeyecek bir hileyle, Gazi Mustafa Kemal'in İslam düşmanı olduğunu fesli adamların ağzından dile getirirler ki; toplum karayı ak, beyazı ise siyah görsün. Hiçbir dönemde vatansever ve hain bu kadar birbirine karıştırılmamıştır. Eğer hile ve aldatma marifet olsaydı, şüphesiz İngiliz Devletinin eline kimse su dökemezdi.

Karanlığın yok olması için ışığın varlığı yeterli olduğu gibi, gerçek ortaya çıkınca yalan kendiliğinden yok olur. Çünkü "doğru" olan vicdanda bilinir, gerçeğin kanıtı sadece kendisidir. Ve  gerçek şudur ki; Atatürk, babadan oğula geçen değil, İslam ülkelerinin temsilcilerinden oluşan bir Meclis tarafından seçilen Hilafet Sistemi planlıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder